29 Aralık 2011 Perşembe

Kur’an’daki Çelişkileri Göz Ardı Etme Çabalarının Yeni Çelişkilere Neden Olması

Kur’an’daki Çelişkileri Göz Ardı Etme Çabalarının Yeni Çelişkilere Neden Olması


“Ey Muhammed sana, ‘Kur’an’ı kendiliğinden uydurdu’ derler; de ki, ‘Uydurdumsa suçu bana aittir’...”(Hud Suresi, ayet 35).
Muhammed’in, “Tanrı’dan geldi” diyerek yerleştirdiği hükümlerin çelişkili ya da birbirleriyle tutarsız olması, bir aralık öylesine göze batar ve öylesine halkın tuhafına gider olmuştur ki, gerek Araplar, gerek Yahudiler ve Hıristiyanlar onu alaya almışlardır. Tanrı’nın asla hata yapmayacağını, Kur’an’ı sil boz tahtası haline sokmayacağını, çelişkili hükümler koymayacağını söyleyerek, Muhammed’i “uydurmacılıkla”damgalayanlar olmuştur. Onların bu şekilde konuşmalarına karşı Muhammed, Kur’an’ı uydurmadığına dair Tanrı’dan vahiy geldiğini söyleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmıştır. Bu amaçla Kur’an’ koyduğu ayetlerden biri şöyledir:
Bunu yaparken, Kur’an’da, çelişki bulunmadığını, çünkü “çelişki” ve “tutarsızlık” gibi şeylerin insana özgü olup, ancak insan yapısı kitaplarda (sözlerde) bulunabileceğini, oysa ki, Tanrı’dan sadır olan sözlerde böyle bir şey olamayacağını anlatmak üzere şu ayeti koymuştur:
“(Eğer Kur’an) Tanrı’dan başka bir yerden gelseydi, onda birbirini tutmaz birçok (çelişme) olurdu” (Nisa Suresi, ayet 82).
Fakat, işi biraz daha sağlama almak için, ayetlerin zamana ve ihtiyaca göre Tanrı tarafından değiştirildiğini söyleyerek, çelişkili gibi görünen ayetlerin kaldırılmış olduğu kanısına yer vermiştir. Nahl Suresi’ne koyduğu şu ayeti okuyalım:
“Bir ayetin yerini bir başka, ayetle değiştirdiğimizde ki Allah in­dirdiğini gayet iyi bilir, onlar Muhammed’e, ‘Sen sadece uyduruyorsun’derler. Hayır, öyle değildir” (Nahl Suresi, ayet 101).
Bunu pekiştirmek üzere de, “Allah dilediğini mahveder, dilediğini bırakır” (Rad Suresi, ayet 39) şeklindeki ayetleri örnek vermiştir. Anlatmak istemiştir ki, Tanrı, her yarattığını dilediği gibi yok edebildiği gibi, dilediği ayetleri “nesh eder”, yani kaldırır ya da değiştirip yerine bir başkasını koyar veya olduğu gibi bırakır. Bu doğrultuda olmak üzere, Kur’an’ koyduğu ayetlerden bir diğeri şöyledir:
“Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unuttufursak, onun yerine daha hayırlısını veya benzetini ge­tiririz... “(Bakara Suresi, ayet 106).
Yani Tanrı, koymuş olduğu ayetlerden herhangi birini kaldırmak istediği zaman, onun yerine daha “iyisini”, daha “hayırlısını” ya da “benzerini”koymakta olduğunu bildiriyor!
Ancak, Muhammed, bu tür ayetleri öne sürerek Kur’an’da çelişki olamazmış, yani Tanrı çelişkili hüküm koymazmış kanısını yaratmaya çalışırken, çok daha sakıncalı çelişkilere neden olmuştur. Bir yandan Tanrı’yı, “Hiç yanılmayan, din gününün sahibi olan, her şeyin hakimi, ilim ve hikmetin kökeni, ebediyetler ve ezeliyetler boyunca hata islemez olan, her şeyi en mükemmel bir şekilde önceden hesaplayan, her yaratığın kaderini daha doğmadan önce deftere yazan” olarak tanımlarken, yani Tanrı’nın asla yanılmaz, asla hata yapmaz, her şeyi en mükemmel ve eksiksiz, en “hayırlı” şekliyle düşünür ve yapar olduğunu belirtirken, diğer yandan bu aynı Tanrı’nın, her şeyi en iyi şekliyle düşünemediğini, ‘ en isabetli şekilde karar veremediğini, “hayırlı” hükmün ne olduğunu bilemediğini, hata işleyebildiğim ve bundan dolayı koyduğu ayetlerin hükmünü yürürlükten kaldırıp, yerine “daha hayırlısını veya benzerini” koyduğunu söylemiştir. Tanrı’yı hem “hata yapmaz”hem de “hata yapar” şekilde, tanımlamakla yeni çelişkilere sebebiyet vermiştir.
Fakat, Kur’an’ın “uydurma” olmadığını ve çelişkili hükümler kapsamadığını belirtmek amacıyla, Tanrı’dan vahiy geldiğini söylemesine ve örneğin, “(Eğer Kur’an) Tanrı’dan başka bir yerden gelseydi, onda birbirini tutmaz birçok (çelişme) olurdu” (Nisa Suresi, ayet 82) şeklinde ayetler yerleştirmesine rağmen, Muhammed, halktan kişilerin kendisi hakkında “yalancı”, “uydurucu” ya da “meczub” diye konuşmalarını önleyememiştir. Önleyebilmek için, iyice güçlenmeyi beklemiştir. Nitekim, Medine’ye geçip de, taraftarlarının sayısının arttığını ve giderek güçlendiğini gördüğü an, kendi aleyhinde konuşanları kılıç yoluyla susturmaktan geri kalmamıştır. Yaratmış olduğu korku ve dehşet havası sayesinde, artık hiç kimsenin kendisini uydurmacılıkla ya da çelişkili hükümler koymakla damgalamaya cesaret gösteremeyeceğini düşün­müştür.

Kur’an’daki Çelişkiler ve Nedenleri (Şeriat Eğitiminin Yarattığı Çelişkili Düşünce Tarzı)

Kur’an’daki Çelişkiler ve Nedenleri (Şeriat Eğitiminin Yarattığı Çelişkili Düşünce Tarzı)
İslam kaynaklarından öğrenmekteyiz ki, Kur’an’daki çelişkiler, İslamın daha ilk anlarından itibaren fark edilir olmuştur. O kadar ki, Muhammed’in verdiği emirlerin birbirini tutmaması ve örneğin bir gün “helal” bilip izin verdiği şeyi, bir başka gün “haram” sayması ya da yasaklaması, çevrede dedikodu konusu olmuştur. Birtakım kişiler açıkça şöyle konuşmaya başlamışlardır: “Muhammed bugün emrettiğini yarın yasaklayarak ashabıyla alay ediyor.” Bunu söylerlerken Muhammed’i “iftiracı” olarak tanımlamışlardır.1 Muhammed, o dönemde henüz güçlü durumda olmadığı ve bu nedenle bu gibi kişilere karşı şiddet yoluna başvuramayacağını bildiği için, buyrukların Tanrı tarafından konup, ge­rektiğinde Tanrı tarafından kaldırıldığına dair Kur’an’a ayetler koymuş­tur. Bunlardan biri şöyledir:
“Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir ‘Sen ancak bir iftiracısın’ dediler...”(Nahl Suresi, ayet 101).
Söylemeye gerek yoktur ki, böyle bir ayet, hani sanki Tanrı yanlış hüküm indirirmiş de, bir başka hükümle bu yanlışlığı giderirmiş” gibi bir tanıma sokmak bakımından daha da olumsuz bir sonuç yaratmaktadır.
Muhammed, giderek güçlendikten sonra, yumuşak tutumunu değiştirmiş ve kendisi hakkında “bugün emrettiğini yarın yasaklayarak ashabıyla alay ediyor” şeklinde konuşanların hakkından gelmesini bilmiştir.

1 Nahl Suresi’nin 101. ayetinin Diyanet Vakfı tarafından açıklanmasına bakınız.

Bundan dolayıdır ki, Muhammed’in hayatta bulunduğu süre boyunca, hiç kimse Kur’an’daki çelişkileri ortaya koymak cesaretini gösterememiştir. Fakat, onun ölümünden hemen sonra, çelişkiler ve tutarsızlıklar şeriat uygulayıcılarını bir hayli uğraştırmış ve güç durumlarda bırakmıştır. Örneğin, Ashab-ı Kiram bu yüzden pek çok sorunu çözümleyememiş, çoğu zaman çaresizlik içinde bocalamıştır. İlerideki bölümlerde, çeliş­kilerin yarattığı kötü sonuçlan belirtirken göreceğiz ki, Halife Osman b. Aftan bile, Kur’an’daki iki ayetin birbiriyle çatışır olması yüzünden belli konularda fetva verememiş ve çoğu zaman işi askıya alıp geciktirmek (talik etmek) zorunluluğunda kalmıştır. Örneğin, bir kez kendisine iki kardeşin “mülk-i yeminde” birlikte yemin edip edemeyecekleri sorulmuş, o da, “Ne bileyim? Bunu bir ayet helal, öbür ayet de haram kılmıştır” diyerek soruyu cevapsız bırakmıştır.
Yine bunun gibi, Kur’an bilgisine sahip ünlülerden Abdullah b. Amr’e, pazartesi günleri oruç tutmayı “nezreden” (kendi kendine adamış olan) bir kimsenin, “nezir” günü bayram gününe rastlayacak olursa, ne yapacağı sorulmuş, o da, “Ne bileyim? Bir tarafta Allah nezrin yerine getirilmesini emrediyor, öbür tarafta da Resulullah bayram günü oruç tut­mayı yasak etmiştir” diyerek fetva vermekten çekinmiştir.2
Çelişkilerin yarattığı sakıncalar sadece bu bakımdan değil, ileride ayrıca belirteceğimiz gibi, insan beynini tutarlı ve mantıklı şekilde düşünemez, işleyemez ve gelişemez hale getirmek bakımından or­taya çıkmıştır. İslam ülkelerinde fikirsel, sosyal ve siyasal alanlarda geri kalmışlığın nedenlerinden biri de budur.
2 Sahih-i..., Diyanet Yayınları, c.11, s.52. 246

Kur’an’da, Çeşitli Anlamlara Gelen Ayetlerin Yorumunun, Ancak Tanrı Tarafından Bilindiğini Öngören Ayetlerin Yarattığı Çelişkile

Kur’an’da, Çeşitli Anlamlara Gelen Ayetlerin Yorumunun, Ancak Tanrı Tarafından Bilindiğini Öngören Ayetlerin Yarattığı Çelişkiler (Al-i İmran Suresi, Ayet 7)
Sık sık belirttiğimiz gibi, İslamcılar, Kur’an’da çelişki olduğunu öne sürenleri, bilgisizlikle, fitnecilikle, kötü niyetle ve dinsizlikle suçlarlar veKur’an’daki çelişmeleri göz ardı etmeye çalışırlar. Yukarıda belirttiğimiz konulardan başka, bir de ayetler arasında çeşitli anlamlara gelenler olduğunu ve bunların herkes tarafından anlaşılamayacağını, hatta bazılarının Tanrı tarafından özellikle anlaşılmasın diye gönderildiğini ve bunların yorumunu sadece Tanrı’nın bildiğini söylerler. Dayanakları, yine Kur’an’dır.
“(Kur’an’da) Kitabın temeli olan kesin anlamlı ayetler vardır; diğerleri de çeşitli anlamlıdırlar. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir” (Ali İmran Suresi, ayet 7).
Dikkat edilecek olursa, Kur’an’da çelişki yokmuş ve olamazmış gibi, sadece çeşitli anlamlara gelen hükümler bulunduğu kanısını yaratmak için kullanılan bu ayet, bizzat kendi içerisinde çelişkilidir; hem Kur’an’daki “anlaşılmazlıkları” gidermek için yol gösteriyormuş gibidir hem de“anlaşılmazlıklar” yaratmaktadır. Kur’an’ı “apaçık” ve “anlaşılsın” diye gönderdiğini söyleyen Tanrı, Kur’an’daki ayetler içerisinde herkes tarafından anlaşılır (“kesin”) olanlar yanında “çeşitli” anlamlara gelenler olduğunu ve çeşitli anlamlara gelen ayetlerin
yorumunun kendisinden başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini söyleyerek yeni çelişkilere vesile yaratmış olmaktadır! Şimdi geliniz bu çelişkilerin ve anlaşılmazlıkların nedenlerini araştıralım:
Daha önce de değindiğimiz gibi, Muhammed, ilk başlarda Kur’an’ın, daha önce kendilerine kitap verilmemiş bir ümmet olan Araplara gönderildiğini, Araplar tarafından kolaylıkla okunup anlaşılabilmesi için Arapça olarak ve “apaçık” nitelikte indirildiğini, okunmasının dahi Arap kavimlerinin çeşitli lehçeleriyle (yedi lehçede) ayarlandığını söylemiştir. Bu amaçla koyduğu ayetler arasında, “Apaçık kitaba andolsun ki, akledesiniz diye Kur’an’ı Arapça okunan bir kitap kılmışızdır” (Zuhruf Suresi, ayet 23) ya da “Ey Muhammed! Apaçık Arap diliyle uyaranlardan olman için, onu Cebrail senin kalbine indirmiştir” (Şuara Suresi, ayet 195) şeklinde olanları vardır. Ayrıca Zümer Suresi’ne şunu eklemiştir:
“O eğriliği olmayan Arapça bir Kur’an’dır... (Zümer Suresi, ayet 29).
Öte yandan, Kur’an ayetlerinin kesin ve apaçık kılındığını belirtmek üzere Hud Suresi’ne, “Bu kitap... Allah tarafından... ayetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir kitaptır... “ (Hud Suresi, ayet 13) şeklinde ayetler de koymuştur. Bununla beraber, çeşitli zamanlarda ve çeşitli olaylar vesilesiyle Kur’an’a koyduğu ayetler arasında çelişkiler belirdikçe, bunları fark ettikçe, bir kısım ayetlerin “kesin” ve bir kısım ayetlerin “müteşabih” (şüpheli) nitelikte olduğunu söylemiştir. Ancak, biraz yukarıda değindiğimiz gibi, “müteşabih” ayetler içerisinde, hiç kimsenin anlayamayacağı nitelikte olanları çoktur. Ve işte bu ayetlerin varlığını geçerli kılabilmek için, Kur’an’a, biraz önce belirttiğimiz ayeti koymuştur:
“(Kur’an’da) Kitabın temeli olan kesin anlamlı ayetler vardır; diğerleri de çeşitli anlamlıdırlar. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir” (Ali İmran Suresi, ayet 7).
Görülüyor ki, Tanrı, Muhammed’in söylemesine göre, hiç kimselerin anlayamayacağı, hatta yorumlansa bile anlamayacağı ayetler indirmiştir; bu ayetlerin yorumunu sadece kendisi bilmektedir! Pek güzel, ama Tanrı, bir yandan Kur’an’ın anlaşılmasını isterken, diğer yandan neden sadece kendisinin anlayabileceği nitelikte ayetler koysun? Sadece kendisi anlayabilecek idiyse, ayet koymanın anlamı nedir? Ve işte böyle bir soru sorulmasın diye, Muhammed, ayetlerin müminler tarafından gözü kapalı şekilde benimsenmesini ve şu şekilde dua edilmesini emretmiştir:
“Ona  inandık,   hepsi  Rabbimizin  katındandır (deyin)” (Ali İmran Suresi, ayet 7).
Bunu yapanların “akıllı” kimseler olduklarını bildirmiş ve Kur’an şunu eklemiştir:
“Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler” (Ali İmran Suresi, ayet 7).
Kur’an’ın “anlaşılamayan” ya da “çelişkili” görünen hükümlerini gözü kapalı şekilde benimsemek ve bunlara inanmak, “akıl sahibi” kimselerden beklenen bir şeydir. Oysa unutmayalım ki, “akıl”, “anlaşılamayan” şeylerin karşısına “soru” yoluyla çıkan bir öğedir; fakat, Kur’an’daki Tanrı, soru sorulmasını da yasaklamıştır.

Kur’an’da Çelişme Olmadığına Dair İslamcıların Öne Sürdükleri İddialar ve Bu İddialardaki Geçersizlikler

Kur’an’da Çelişme Olmadığına Dair İslamcıların Öne Sürdükleri İddialar ve Bu İddialardaki Geçersizlikler
İslamcılar, Kur’an’da hiçbir çelişki, hiçbir tutarsızlık ya da uyumsuzluk bulunmadığı gibi “onun anlattığı teferruatta da zerre kadar uygunsuzluk olmadığı” iddiasındadırlar. Kur’an’daki sözlerin içerdiği anlam, hüküm ve haberlerde tam bir tutarlılık, bütünlük, sıhhat ve uyum bulunduğunu savunurlar. İnsanların söyledikleri sözlerde çelişme ve tutarsızlık bulunabileceğini, fakat Tanrı sözlerinde asla böyle bir şey olamayacağını tekrarlarlar. İddialarını kanıtlayabilmek için, bu kitabın doğrudan doğruya Tanrı’dan gelme ve Tanrı’nın sözleri olduğunu söylerler; bu söylediklerini Kur’an’dan ayetlerle kanıtlamaya çalışırlar ki, bunlardan biri şöyledir:
“Hala Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler nü? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı” (Nisa Suresi, ayet 82).
Kur’an’da tutarsızlık ve çelişme diye bir şey olmadığını iddia ederlerken, diğer dinlerin “kutsal” sayılan kitaplarında, örneğin İncil’de “uyumsuzluklar”, “çelişkiler” bulunduğunu öne sürerler.1
Daha başka bir deyimle, şeriatçılar, Kur’an As. “çelişme” olabileceği ihtimaline yer vermezler; olsa olsa, “Bize göre çelişme vardır, Tanrı’ya göre yoktur” deyip işin içinden çıkarlar ya da “Akıl ile vahyin çelişir gibi görünmesine, insanın inadı ve aceleciliği neden teşkil etmektedir...” diyerek, suçu insanın “sabırsız” ve “cahil” oluşunda ararlar. Bunu yaparlarken, kişiyi “vahiy önünde teslimiyete”, yani “imancılığa” çağırırlar ve aklın Kur’an rehberliğinde iş görmesi gereğine sarılırlar. Aslında

1 Ömer Rıza Doğrul, age, s. 128 (Nisa Suresi’nin 82. ayetinin açıklanması vesilesiyle).

onların bu tutumu, akılcı düşünceyi önlemeye yönelik bir kurnazlıktan başka bir şey değildir. Fakat, onlar bu kurnazlığı, “Bu teslimiyet, aklın mahkumiyeti değil, sınırlan içinde ve aceleye düşmeden faaliyet göstermesidir” şeklindeki bir cambazlıkla gizlemesini bilirler. Şeriat verileriyle ve şeriatçı ruhla yetişmiş oldukları için, onların bu tutumunu doğal bir sonuç gibi kabul etmek gerekir. Çünkü, bir kere şeriatçılar, Kur’an’ın “Tanrı sözleri” olduğuna ve “Arapça olarak Muhammed’e vahyedildiğine” inanmışlardır. İnanmalarının nedeni, bunun böyle olduğunun kendilerine Kur’an ayetleriyle öğretilmiş olmasındandır; örneğin, Nisa Su-resi’nde, “(Kur’an) Allah katından başta bir yerden gelseydi, onda birbirini tutmaz birçok şey bulurlardı” (Nisa Suresi, ayet 82) diye yazılıdır. Bakara Suresi’nde şöyle yazılıdır: “Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen... kitaptır...” (Bakara Suresi, ayet 2-4); “...(Allah) Kur’an’ı... inananlara müjdeci olarak senin (Muhammed’in) kalbine indirmiştir” (Bakara Suresi, ayet 97). Meryem Suresi’nde şu ayet vardır: “Ey Muhammed! Biz Kur’an’ı... senin dilinde indirerek kolaylaştırdık”(Meryem Suresi, ayet 97; ayrıca bkz. Ta-Ha Suresi, ayet 113). Benzeri hükümler kitap boyunca sıralanmıştır. Kuşkusuz ki, Kur’an’ı Tanrı’nın ağzından çıkmış sözler olarak kabul edenler için, “Kur’an’da çelişki vardır”, demek söz konusu değildir.
Bundan başka, bir de Kur’an’da, Kur’an’ın Muhammed tarafından “uydurulmadığını” açıklayan ve “uydurdu” diyenlere tehditler savuran ayetler vardır. Muhammed bu tehditleri, Kur’an’ın Tanrı’dan gelmediğini söyleyenlere yöneltmişti. Çünkü, inanmayanlar ve özellikle Yahudiler ve Hıristiyanlar, onun, Tevrat’tan ve İncil’den öğrendiklerini sanki kendisine Tanrı’dan gönderilmiş şeyler gibi gösterdiğini, dolayısıyla Kur’an’ınTanrı yapısı değil, insan yapısı bir şey olduğunu söylerlerdi. Hatice’nin kervanlarını Suriye’ye götürmek için yaptığı seyahatler sırasında, Mu­hammed’in orada rastladığı bir papaz’dan İncil hakkında bilgiler aldığını ve bunları Tanrı’dan kendisine vahyolunmuş gibi gösterdiğini ileri sürerlerdi. İşte onları susturmak için Muhammed, Tanrı’nın şöyle dediğini söylerdi:
“Andolsun ki, ‘Muhammed’e elbette bir insan öğretiyor’ dedikle­rini biliyoruz. Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kur’an ise fasih Arapçadır” (Nahl Suresi, ayet 103).
Söylerken de, Kur’an’ın çelişmeli ve tutarsız hükümler kapsamadı­ğını belirtir, örneğin, biraz önce değindiğimiz gibi,”.. .(Kur’an) Allah katından başka bir yerden gelseydi, onda birbirini tutmaz birçok şey bulurlardı “ (Nisa Suresi, ayet 82) şeklinde ayetler yerleştirirdi. İleride ayrıca göreceğimiz gibi, Muhammed, bu ayetleri koyarken, Müslüman kişiyi Kur’an’daki çelişkilere adeta hazırlamış gibidir Daha doğrusu istemiştir ki, Müslüman kişiler, Tanrı’dan çelişkili bir şey gelemeyeceğine inanmış olsunlar.
Öte yandan yine istemiştir ki, Müslüman kişiler, ayetlerin “çelişkili” olabileceği konusu üzerinde hiç durmasınlar; yani “çelişkili” gördükleri ayetleri birbirleriyle karşılaştırıp kuşkuya düşmesinler ya da tekzibe girişmesinler. Nitekim Taberani’nin Abdullah b. Ömer’den rivayetine göre Muhammed şöyle demiştir:                                                     ,
“Kur’an’ı birbirine vurmayınız; onun ayetlerini karşılaştırmakla tekzibe kalkışmayınız; onun ayetleri birbirini tasdik eder. O (yedi) vücuh üzere nazil olmuştur. “2
Bundan dolayıdır ki, Müslüman kişi için iran’daki çelişkileri keşfedip ortaya çıkarma olasılığı yoktur. Nitekim, şeriat eğitiminden geçmiş kişinin beyni bu yukarıdaki buyruklarla öylesine yoğrulmuştur ki, biraz yukarıda değindiğimiz gibi, çelişmenin “çelişme” ya da tutarsızlığın “tutarsızlık”olduğunu fark etmez. Fark etse bile, bunu bilmezlikten gelir ve örneğin, “Çelişmeler bize göredir; Tanrı’ya ve Peygamber'e göre değildir”diyerek, sanki bütün kusur kendi yetersizliğindeymiş gibi bir davranışa yönelir.
Bütün bunlar bir yana, şeriatçının başvurduğu bir kurnazlık daha vardır ki, o da, Kur’an’da çelişkileri, sanki fikir özgürlüğüne yer veren şeylermiş gibi göstermektir. Bu konuyu biraz ileride “muhkem” ve “müteşabih” ayetler konusunu incelerken tekrar ele alacağız. Fakat, şimdilik şunu hatırlatalım ki, Kur’an’daki çelişkiler konusunda şeriatçının izledi­ği kurnaz siyaset, Kur’an üzerinde tartışma olasılığına, hele ayetlerin bir­birleriyle karşılaştırılmasına asla fırsat bırakmamaktır. Bunu sağlamak üzere yaptığı ilk şey, Muhammed’in, biraz yukarıda belirttiğimiz şu söz­lerine sarılmaktır:
2 Gazali, age, İstanbul, 1975, c.2, s.881.

“Kur’an’ı birbirine vurmayınız; onun ayetlerini karşılaştırmakla tekzibe kalkmayınız. “3
Bunu yaparken, bir at Kur’an ayetlerinden bazılarının  “kesin”,-bazılarının da “şüpheli” (“müteşabih”) ayetler.olduğunu ve bunların anlamının gizli tutulduğunu ileri sürmekten geri kalmaz.4
Biraz ileride, Kur’an’da çelişmelerin nedenlerini açıklayacağız ve göreceğiz ki, bu çelişmeler, genellikle, Muhammed’in yaşam gereksinimlerinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, şeriatçı çevreler bunu bilmezler; genellikle çelişmelerin gerçek nedenlerinden habersizdirler; haberli olsalar bile, bu nedenlerin bilinmesini istemezler, 1400 yıl boyunca yalan siyasetini, her alanda olduğu gibi bu alanda da sürdürmüşlerdir.

Kur’an’da Çelişki Olmadığını, Çelişkili Bir Mantıkla Öne Sürme Kurnazlığı

Kur’an’da Çelişki Olmadığını, Çelişkili Bir Mantıkla Öne Sürme Kurnazlığı
 

Fransızlar, “Le coeur a sa raison, que la raison ne connait pas!” derler ki, “Kalbin kendine özgü bir mantığı vardır ki, mantık dahi onu tanımaz” anlamındadır. Kur’an’da çelişme bulunmadığı iddiasına sarılan İslamcılar, hani sanki bu yukarıdaki formülü doğrularcasma, kalp denen organın “iyi” ve “kötü” yönde belli bir görüş ve bilgilere sahip olduğunu, bu görüş ve bilgilerin oraya Tanrı tarafından konduğunu ve işte kalbin bunlardan birine doğru eğilim göstermesiyle, kişinin “doğru yola” ya da aksine “sapıklığa” sürüklendiğini söylerler. Hani sanki kalp denen şey, “aklın” görevini üstlenmiş gibidir ve bu niteliğiyle “iyi” ya da “kötü” olandan birini seçmektedir ya da “akıl” denen şey, insandaki beş duyu­nun algılarının varıp dayandığı algılama yolunu aydınlatmaktadır.1 Şeriatçılar, bu görüşü açıklığa kavuşturmak amacıyla, Enam Suresi’nin 125. ayetini örnek alırlar. Birçok kez belirttiğimiz gibi, bu ayet aynen şöyledir:
“Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyete açar. Kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah inanmayanları, küfür bataklığında bırakır” (Enam Suresi, ayet 125).
Dikkat edileceği gibi, bu ayetin tümceleri çelişmeyle doludur: Tanrı, dilediğini Müslüman, dilediğini de saptırıp kafir yapıyor ve kafir yaptığını küfür bataklığına sokuyor! Yani kişiyi kafir yapan da Tanrı’dır, “kafir”ar diye küfür bataklığında bırakan da odur. Ve işte bu çelişmeyi örtbas edebilmek için, Fahruddin Razi gibi yorumcular şöyle derler: Tanrı insanın kalbinde, hem “iman”m iyi hem de
1 Bu konuda bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi. Kaynak Yayınlan, İstanbul, 1994, c.l,s.295
“imansızlığın” kötü bir şey olduğuna dair görüş ve bilgiler yaratır. Bu ikisinden birini seçmek kalbin işidir. Daha başka bir deyimle, Tanrı, “insanda iman olmasını ‘murat’ ettiği zaman, onun kalbinde buna ilişkin eğilim oluşturup güçlendirir. Tersini murat ettiği zaman da tersini yapar”.2 Ve işte güya kalp, bu iki eğilimden “doğru” olanı, yani İslama yönelik olanı seçtiği zaman, kendi yararına iş görmüş olur; aksini yaptığı zaman ise, kendisi için kötü olur. Daha başka bir deyimle, İslamcılara göre, eğer kalp “geçerli bir akla” sahipse iman yolunu seçer; sahip değilse, Tanrı’nın gösterdiğini anlayamayacağı için “inanmaz”.
Söylemeye gerek yoktur ki, bütün bu laf cambazlıklarının altında, kalbin kendine göre ve kendisinin de anlayamayacağı bir mantığı bu­lunduğu safsataları yatar. Daha başka bir deyimle, şeriatçılar, Kur’an’da çelişki olmadığını, çelişkili bir mantıkla kanıtlama yolunu seçmiş­lerdir. Enam Suresi’nin yukarıdaki ayeti vesilesiyle öne sürdükleri görüşlerin safsata olduğunu ortaya koyan olaylar vardır ki, bunlardan biri, ilerideki sayfalarda ele alacağımız Ebu Talib olayıdır. Çünkü, İslam kaynaklarının bildirmesine göre, bu ayet, Ebu Talib’le ilgili olarak, daha doğrusu onun ölümü sırasında konmuştur. Daha önce de­ğinmiş olmakla beraber tekrar belirtelim ki, Ebu Talib, Muhammed’in amcalarından biri olup, onu kendi oğlu gibi yetiştiren bir kimseydi. Kureyş’in ileri gelenlerinden biri olduğu için, Muhammed onu Müslü­man yapmak için çok uğraşmıştır. Ebu Talib ölüm döşeğindeyken, onun başucuna giderek Müslüman olması için çok yalvarmış, fakat başarı sağlayamamıştır. Sağlayamayınca, çevresindekilere karşı ken­disini temize çıkarmak üzere sorumluluğu Tanrı’ya yüklemiş ve “Tanrı dilediğini İslama sokar, dilediğini sokmaz”şeklindeki ayeti Kur’an’a yerleştirmiştir. Yani demek istemiştir ki, Ebu Talib’in İslam olmadan ölmesini Tanrı istemiştir! Bu doğrultuda olmak üzere Kur’an’a. koyduğu ayetler arasında, Tanrı’nın “iman” denen şeyi insanın kalbine süslü (sevimli) bir şekilde yerleştirip, onu insana sev­dirdiğini (örneğin, Mücadele Suresi, ayet 22) ya da aksini yapıp in-

2 Fahruddin Razi’den bu alıntı için bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi. Kaynak Yayınları, istanbul,1994, c.l, s.308.
 3     Ibid.
sanların kalplerini mühürlediğini, kulaklarını perdelediğini (Bakara Suresi, ayet 6-7; Nahl Suresi, ayet 106-109; Casiye Suresi, ayet 23 vd...) ve “Ey Muhammed! Tanrı di/ese nenin kalbini de mühürler...” (Şura Suresi, ayet 24) dediğini yansıtanlar vardır.
Öte yandan, yine Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı, di­lediğini doğru yola soktuğunu anlatmak üzere şöyle demiştir:
“(Ey Muhammed!... (Taun) seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?..” (Duha Suresi, ayet 6-8).
Yine bunun gibi, Tanrı, iman etmek konusunda tereddüt eden kim­seleri, dilediği zaman inandırma yoluna gitmiştir. Örneğin, Kur’an’daİbrahim’in, Tanrı’ya inanmak konusunda tereddüt gösterdiği, tereddü­dünü gidermek için ondan “ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!”.diyemucize beklediği, bunun üzerine Tanrı’nın, “(Sen) Bana inanmadın mı?” demekle beraber mucize gösterme yoluna gittiği yazılıdır (Bakara Suresi, ayet 260). Yine bunun gibi İsa’nın havarilerinin de, Tanrı’ya inanabilmek için, “Ey Meryem oğlu Isa, Rabbin bize gökten donatılmış bir sofra indirebilir mi?” diye Tanrı’dan mucize bekledikleri ve Tanrı’nın da onları inandırmak için gökten sofra indirdiği yazılıdır (Maide Suresi, ayet 111-115).
Muhammed’in Kur’an olarak ve Kur’an olmayarak ortaya koyduğu yukarıdakilere benzer hükümlerden anlaşılan şu ki, kişileri dilediği gibi doğru yola sokan ya da saptıran ne akıldır ne de kalptir; sadece ve sadece Tanrı’dır. Ve Tanrı, yine Muhammed’in söylemesine göre, doğru yola soktuklarını mükafatlandırmakta, saptırdıklarını da azaba sokmaktadır. “Nereden geliyor bu çelişki?” diye sorulacak olursa, cevabını aşağıda özetleyeceğiz.

Çelişkilerin, Kur’an’daki “Hiç Şüphesiz O (Kur’an), ...Elçinin Sözüdür...” (Hakka Suresi, Ayet 40) Şeklindeki Hükümler Açısından

Çelişkilerin, Kur’an’daki “Hiç Şüphesiz O (Kur’an), ...Elçinin Sözüdür...” (Hakka Suresi, Ayet 40) Şeklindeki Hükümler Açısından Anlamı
 
Daha önce değindiğimiz gibi Tanrı’nın ağzından çıkmış sözler olduğu söylenen Kur’an’da, bu kitabın Muhammed’in sözü olduğuna dair ayetler de vardır:
“Hiç şüphesiz o (Kur’an),   çok şerefli bir elçinin sözüdür” (Hakka Suresi, ayet 40).’
“O (Kur’an), şüphesiz değerli... ve (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin getirdiği sözdür” (Tekvir Suresi, ayet 1920).
Her ne kadar İslamcılar, burada geçen “elçi” sözcüğünden “Muhammed’ ya da “Cebrail”ı anlamak gerektiğini ve sözün asıl sahibinin “Allah”olup, Cebrail aracılığıyla Muhammed’e bildirildiğini ve Muhammed’in de bunu insanlara tebliğ ettiğini söylerlerse de, bu gayretkeşlikleri, çelişkilerden doğma sonucu değiştirmeye yeterli değildir; o sonuç ise, böylesine çelişkilerle dolu bir kitabın, çelişkiye düşmez olduğu söylenen bir Tanrı’dan gelemeyeceğidir.
Neden dolayı yukarıdaki ayetlerde, Kur’an için, “elçinin sözüdür” deyimlerinin geçtiği sorulacak olursa, bunu, Muhammed’in övünme alışkanlığında aramak daha uygun olacaktır. Muhammed, her ne kadar Tanrı’yı “Yüce” ve kendisini Tanrı’nın “şerefli elçisi” olarak tanımlamışsa da, zaman zaman bu tanımın dışına çıkarak, kendisini Tanrı ile aynı kertede göstermekten ya da hatta Tanrı’yı kendisine “sakıt ve selam eder” şekilde tanımlamaktan geri kalmamıştır. Örneğin, Ahzab Suresi’ne koyduğu şu ayet bunun ilginç örneklerinden biridir:
1 Diyanet Vakfı çevirisinden.
“Allah ve melekleri Peygamber’e çok salavat getirirler. E müminler, siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” (Ahzab Suresi, ayet 56).
Bu doğrultuda olmak üzere, “Bana bir kez salat ve selam edene, Allah, bu yüzden on kez salat ve sekim eder” demiş ve “Kim bana bir yazı içinde salat ve selam ederse (bunu yazarsa), adım o yazıda durduğu sürece melekler onu yazana salat ve selam ederler” diye eklemiştir. Öte yandan, kendisine baş eğenlerin, Tanrı’ya baş eğmiş sayılacaklarına dair Kur’an’a koyduğu şu ayet, verilebilecek örneklerden bir diğeridir:
“Ey Muhammed.’ Şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler, Allah’a baş eğip el vermiş sayılırlar” (Fetih Suresi, ayet 10).
Yine bunun gibi, Nisa Suresi’ne koyduğu bir ayetle, kendisine baş eğen kimselerin, Tanrı’ya baş eğmiş gibi, cennete konacaklarını bildirmiştir:
“Allah ve Peygaınber’ine kim itaat ederse, Allah onu bu cennetlere kor” (Nisa Suresi, ayet 1314).
Yine aynı şekilde, kendisine salavat okuyanların, günahlardan kurtulacaklarını anlatmak üzere şöyle konuşmuştur:
“Bugün benim üzerime seksen salavat okuyanın, seksen senelik günahı affedilir.”
Bunlara eklenebilecek daha pek çok örnek var.
Kendini yüceltmek amacıyla, Kur’an’a, “Allah ve melekleri Peygaınber’e (Muhammed’e) çok salavat getirirler. Ey müminler, siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” (Ahzab Suresi, ayet 56) şeklinde ayetler koyan, yani Tanrı’yı bile kendisine “salavat” getirir gibi gösteren ya da “Bana bir kez salat ve selam edene, Allah, bu yüzden on kez salat ve selam eder” diyen veya “Kim bana bir yazı içinde salat ve selam ederse (bunu yazarsa), adım o yazıda durduğu sürece melekler onu yazana salat ve selam ederler” diye ekleyen Muhammed gibi bir kimsenin, Kur’an’ı kendi sözleri olarak tanımlaması kadar doğal bir şey olabilir mi?
Kur’an’ı, Muhammed’in “sözü” (ya da onu derleyenlerin yapıtı) olarak kabul etmek gerektiği fikrini pekiştiren konulardan biri de, daha önce ele almış olduğumuz şu ayettir:
“Eğer Kur’an Tanrı’dan başka bir yerden gelseydi, onda birbirini tutmaz (çelişkili) birçok şey bulunurdu” (Nisa Suresi, ayet 82).
Bu sözler, birbirini tutmaz ve çelişkili nitelikte şeyler kapsayan bir kitabın, Tanrı sözleri olamayacağını anlatmaktadır. Ancak, eğer “çelişki”ninyokluğunu, Kur’an’ın Tanrı’dan gelmişliğine kıstas yapacak olursak, bu takdirde çelişki ve tutarsızlık bulunduğunun anlaşılması halinde, bu kitabın Tanrı sözleri olamayacağı sonucu, kendiliğinden ortaya çıkmış olur! Ve işte bunu bildiği içindir ki, Muhammed, bir yandan Kur’an ‘da“kesin” ve “müteşabih” ayetler olduğunu söylerken, diğer yandan da Kur’an’daki bazı ayetlerin Tanrı tarafından yürürlükten kaldırılıp, yerlerine başkalarının konduğunu ve bu yüzden ortada çelişkiliymiş gibi görünen ayetler bulunduğunu belirterek Tanrı’nın şöyle konuştuğunu bildirmiştir:
“Biz bir avenen herhangi bir kısmını (veya tamamını) nesheder y Uhud o(nun hükmünü ve inzali)ni tehir edersek, ondan daha hayırlısını, yahud onun benzerini ve dengini getiririz. Ey Peygamberim, bilmez misin ki Allah her şeye her zaman kadirdir” (Bakara Suresi, ayet 106).2
Bu ayeti şu şekilde okumak da mümkün:
“Biz bir ayetten her neyi nesh veya inşa edersek, ondan daha hayırlısını, yahut mislini (dengini) getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadir, daima kadirdir. “3
Yorumcuların bildirmesine göre, burada geçen “nesh” deyimi “değiştirmek”, “ortadan kaldırmak”, “dini bir hükmün suresini sona erdirmek” gibi anlamlara gelir, “fusa”deyimi ise, “unutturmak” “hafızadan silmek”, “ayetin hükmünün uygulanmasını ertelemek” anlamındadır.
2Sahihi..., c.l l.s.43.
3 Elmalılı Hamdi Yazır’ın çevirisi böyle.
4 İbid.

 

Görülüyor ki, “her şeye kadir” olduğunu söyleyen Tanrı, ayetlerden dilediğini kaldırıp, yerlerine “daha hayırlısını” yada “benzerini”, “dengini”getirdiğini belirtmektedir. Pek güzel, ama ne demektir “bir ayeti kaldırıp yerine daha hayırlısını koymak?” Bir ayetin, ondan daha hayırlı bir ayetle değiştirilmesi demek, ilk konan ayetin isabetsiz yere konmuş olduğunu ifade etmez mi? Şu durumda Tanrı, bir bakıma, kendi ağzıyla hata yapabilir, yani yanlış bir ayet koyabilir olduğunu ve böyle bir halde ayetin yerine daha iyisini koyabileceğini bildirmiş olmuyor mu? Hata yapmamış olsa, koyduğu bir ayeti daha “hayırlı” bir ayetle değiştirmekten söz eder miydi?
Görülüyor ki, Tanrı’nın yukarıdaki şekilde konuştuğunu bildiren ayetler de, birbirleriyle çelişkili durumdadır; yani bunları söylerken Tanrı, kendi kendisiyle çelişme içerisindedir. Şu bakımdan ki, bir ayeti yürürlükten kaldırdığı ya da unutturduğu zamanlar, bunlar yerine ya “daha hayırlı”bir ayet ya da “benzeri” nitelikte bir ayet indirdiğini söylemektedir. Yani daha açıkçası, “daha hayırlı” bir ayet getirmekle, daha önce getirdiği ayetin “olumsuzluğunu ortaya koymuş olmaktadır. Kendisini her şeyi bilir olarak tanımlayan, örneğin ana karnına düşmüş olanları (“rahimlerde bulunanları”) ya da kıyamet saatini bilecek kadar her şeyi önceden bildiğini ve her şeyden haberdar olduğunu söyleyen bir Tanrı,5 hiç olumsuz bir ayet indirmiş olabilir mi? Yine bunun gibi, eğer “benzeri” bir ayeti getirecek idiyse, mevcut olanı yürürlükten kaldırmasının anlamı olur mu? Yok, eğer daha “hayırlı” olan bir ayeti yerleştirmek olanağına sahip idiyse, bunu neden daha önceden yerleştirmemiştir? Mademki Tanrı ileriyi gören, her şeyi önceden bilendir ve üstelik de yanılgıya asla düşmeyendir, o halde “daha hayırlı” olabilecek bir şeyi, geriye bırakmayıp önceden yerleştirmesi gerekmez miydi?
Muhammed’in hiçbir şekilde “yanılmaz” ve “hata yapmaz” olarak tanımladığı bir Tanrı’nın yukarıdaki şekilde, yani “Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz...” diyerek konuşması,
5 Örneğin, Lokman Suresi’nde şu var: “Kıyamet saatini bilmek, ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru o indirir; rahimlerde bulunanı o  bilir, kimse yarın ne olacağını bilmez ve hiç kimse nerede (ileceğini bileme:.. Allah, şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır” (Lokman Suresi, ayet 34).
şaşırtıcıdır.6 Bundan dolayıdır ki, “hiç yanılmaz” bir Tanrı’nın yanılgıya düşerek ayet koyabileceğini, koyduktan sonra farkına varıp bunun yerine bir başka ayet indireceğini kabul edemeyen kişiler, Muhammed’i, “Bunları sen kendi kafandan uyduruyorsun” diyerek suçlamışlardır (örneğin, bkz. Nahl Suresi, ayet 102). Onların bu tür suçlamalarına karşı Muhammed, yine Tanrı’yı kendisine destek yapmış ve ondan geldiğini söylediği sözlerle, “Hayır öyle değildir!” diyerek kendisini savunmuştur. Kur’an’a koyduğu şu ayet, bunun böyle olduğunun örneklerinden biridir:
“Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirttiğimizde... Onlar, ‘Muhammed! Sen sadece uyduruyorsun’ derler. Hayır, öyle değildir...” (Nahl Suresi, ayet 102).
Bütün bunlar bir yana, bir an içip Tanrı’nın yanılgıya düşebilir ve hata yapabilir olduğunu ve yaptıktım sonra bunun farkına varıp yanlışlıkla koyduğu bir ayet yerine daha hayırlısını getirdiğini kabul etsek bile, yine de ortada, Muhammedi Tanrı’sından beklenmeyen bir durum vardır:Kur’an’daki hangi ayetlerin “nesh” olduğu, hangi ayetin yerine hangi ayetin konduğu belirtilmemiştir. Yani Tanrı, koymuş olduğu bazı ayetleri kaldırıp yerlerine başkalarını koyduğunu söylerken, bunların neler olduğunu bildirmemiştir. Hangi ayetin hükmünü yürürlükten kaldırıp geçersiz kıldığını ya da hangi ayetin hükmünün uygulamasını ertelediğini açıklamamıştır. Her şeyi askıda bırakmış ve bu yüzden içinden çıkılamaz durumlar yaratmış gibidir! Bundan dolayıdır ki, Kur’an bilimcileri, çoğu zaman hangi ayetin “nesh” (ilga) edildiğini, hangi ayetin hangi ayetle değiştirildiğini, hangi ayetin sözlerinin kaldırılıp hükmünün geçerli olarak kaldığını, hangi ayetlerin sözlerinin ve hükmünün Kur’an’da yer almadığını, ayetlerin ne kadarının indirildikten sonra kaldırıldığını ya da hükmü kaldırılıp sözleri Kur’an’da bulunan ayetlerin hangi ayetler olduğunu bilemezler; birbirleriyle çekişirler. Örneğin, “recm ayeti” diye bir ayet var ki, şöyledir:
6 Nitekim. Übey b. Ka’b gibi bazı ünlüler, Kur’an’dan bazı şeylerin “nesholunduğunu” kabul etmezlerdi. Fakat, Ömer b. Hattab gibi diğer ünlüler, Bakara Suresi’nin yukarıdaki 106. ayetini öne sürerek, “neshin”varlığını öne sürmüşlerdir. Bu konuda, Buhari’nin Abdullah b. Abbas’tan rivayeti için bkz. Sahihi.... Hadis No. 1676. c.11. s.43.
“Yaşlı (evli) erkek ve kadın zina ettiklerinde, ikisini de recm edin (ölünceye kadar taşa tutun). Tanrı’dan verilmiş bir ceza olarak... Tanrı güçlüdür.”
Rivayete göre Hattab oğlu Ömer’in okuyuşuyla bu ayet şöyle:
“Evli bir erkek ve evli bir kadın zina ettiklerinde, ikisini de recm edin kesinlikle (taşa tutarak öldürün kesinlikle).”
Kur’an bilginlerine göre, bu ayetin hükmü geçerli olmakla beraber, sözleri Kur’an’da bulunmamaktadır. Bununla beraber islam kaynaklarının bazılarında ve bazı hadislerde “recin ayeti”nin bir parçasının yer aldığı anlaşılmakta. elİtkan yazarı Süyuti ve Tefsir yazarı Razi gibi en ünlüKur’an yorumcularının görüşleri hep bu doğrultuda.7
Öte yandan Kur’an ayetlerinin ne kadarının indirildikten sonra kaldırıldığı, daha doğrusu okunmaz olduğu, kesin olarak bilinmez. Örneğin, Muhammed’in eşlerinden Ayşe’nin söylemesine göre Ahzab Suresi, Muhammed zamanında 200 ayet olarak okunmaktaydı. Ancak, bugün elimizde bulunan Kur’an’a göre Ahzab Suresi 73 ayetten oluşmakta! Bundan dolayıdır ki, Muhammed’in şöyle dediği bildiriliyor:
“Sizden kiminiz, ‘Kur’an’ın tümünü elde ettim’ der. Oysa Kur’an’ın tamamının ne olduğunu bilmez. Kur’an’dan birçoğu (yiyip) gitmiştir. Herhangi biriniz, (‘Kur’an’ın tümünü elde ettim’ demesin de) ‘Kur’an’dan olabildiğince elde ettim’desin. “8
Bunun gibi, hükmü kaldırılan, fakat sözleri Kur’an’da, bulunan ayetler de vardır ki, bunlardan bazılarını, yukarıdaki bölümlerde belirttik. Oysa ki, eğer Tanrı bir ayetin yerine bir başkasını koymak istiyor idiyse, neden “ilga” ettiği ayeti Kur’an’da muhafaza etmiş olsun? Neden “Falanca ayet yerine filanca ayeti indirdik. Öteki ayet mensuh’tur vd...” şekline bir şeyler söylemesin ve “mensuh” olan ayeti Kur’an’dan silmesin? Ve neden kişilerin zihinlerinde “hangi ayet geçerlidir, hangisi geçersizdir? “diye tereddütler yaratsın? Mademki Kur’an ı “açık ve seçik” olmak üzere, iyice
anlaşılsın diye göndermiştir, o halde neden çelişkili ayetlerle doldurmakla kalmayıp bir de kullarını “Bu ayetlerden hangisi geçerli, hangisi geçersizdir?” şeklindeki sorularla şaşkına çevirsin?
Bütün bunlar göz önünde tutulacak olursa, Kur’an’ı, Muhammed’in sözleri ya da onu derleyenlerin yapıtı olarak kabul etmenin mümkün olduğunu söylemek doğal olmaz mı?

7 Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınlan, c.3, s. 130 vd.
8 Süyuti’nin elİtkan adlı yapıtından aktaran Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınlan, c.3, s.132133.

Bazı Ayetlerin “Muhkem” (Kesin) Anlamlı, Bazılarının da “Müteşabih” (Şüpheli) Olduğu ve Çelişmeli Görünümün Bundan Doğduğu İddia

Bazı Ayetlerin “Muhkem” (Kesin) Anlamlı, Bazılarının da “Müteşabih” (Şüpheli) Olduğu ve Çelişmeli Görünümün Bundan Doğduğu İddialarındaki Geçersizlikler
 

Şeriatçılar, Kur’an ayetlerinin çeşitli anlamlara gelebilecek şekilde indirildiğini ve böyle olduğu içindir ki, hem “muğlak” (güç anlaşılır) hem de“çelişmeli”ymiş gibi göründüklerini ileri sürerler:
“Kur’an’ın bazı ayetleri herkes tarafından anlaşılabilecek nitelikte şeylerdir; bunlara ‘muhkem ayetler’ adı verilir. Bazı ayetleri ise herkesin anlayamayacağı şekilde gönderilmiştir ki, bunlara da ‘müteşabih’, yani ‘şüpheli’ ayetler deniri Tanrı ‘kesin’ ayetler yanında ‘şüphe’ uyandıracak nitelikte ayetler yollamıştır; çünkü, gönderdiği ayetlerin tümünün herkes tarafından anlaşılmasını istememiştir. Bazı ayetleri herkesin anlayamayacağı şekilde indirmiş olmasının nedeni, bir yandan fikir özgürlüğünü geliştirmek ve diğer yandan cahil Arabın inanç bocalamasına kapılmasını önlemek içindir. Çünkü, eğer her şey anlaşılır şekilde açıklanmış olsaydı, cahil Araplara o anda akıllarının alamayacağı bir şey söylenmiş olur, bu da onları tereddüde düşürebilir, ürkütebilirdi.”
Ve işte güya bundan dolayıdır ki, Kur’an’daki ayetler çelişkiliymiş gibi görünmektedir.
Dikkat edileceği gibi, şeriatçıların iddialarına göre Tanrı, esas itibariyle fikir özgürlüğünü oluşturmak amacıyla ayetleri farklı anlamlarda indirmiştir. Güya bazı ayetleri anlaşılmaz nitelikte kılmakla, bunların yorumlanmasına ve böylece çeşitli durumlara ve ihtiyaçlara uydurulmasına ve aynı zamanda Arabın inanç bocalamasında kalmamasına olanak yaratmak istemiştir! Bununla da İslamiyette dinin temellerinin güçlenmesini sağlamıştır!2
1 Sahih-i..., c.ll,s.62 vd.
2 Cerrahoğlu, age, s. 17 vd. 

Yukarıdaki iddialara sarılanlar, genellikle Kur’an’ın Al-i İmran Suresi’ndeki şu ayeti örnek verirler:
“...Öyle bir Tanrı ki, sana kitap indirdi. Onun bir kısmı apaçık ayetlerdir ve bunlar kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli anlamlara benzerlik gösterir ayetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve onları tevil etmek için anlamları açık olmayan ayetlere uyarlar. Halbuki, onların tevilini ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki ‘biz inandık ona, hepsi de Rabbimizdendir’. Bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünemez” (Al-i İmran Suresi, ayet 7).
Hemen belirtelim ki, ne bu ayet (ve benzerleri) ne de şeriatçının yukarıdaki açıklaması, Kur’an’daki çelişmelerin gerçek nedenlerini ortaya çıkaracak yeterlilikte değildir. Ayetlerden bazılarının “ınüteşabih” (şüpheli, kapalı) nitelikte olması, ne fikir özgürlüğünü sağlamak içindir ne de cahil Arabın “tereddüde” düşmesini ya da “ürkmesini” önlemek içindir. Eğer Muhammed’in Tanrısı fikir özgürlüğünü yaratmak isteseydi, ayetleri anlaşılmaz ya da çelişmeli şekilde gönderecek yerde, anlaşılır şekilde kılar ve kişilere, özgür akıl rehberliğiyle, bunları uygulamak ya da değiştirme yeterliliğini sağlardı. Kalkıp da, “Bazı ayetlerin tevilini ancak Allah bilir” deyip, anlamını sadece kendisine sakladığı ayetleri kişilere gözü kapalı şekilde kabul ettirmez ve onlardan, anlamını bilmedikleri bir şey için “Biz inandık ona, hepsi de Rabbimizdendir” demelerini beklemezdi. Çünkü, bunu yapmakla, fikir özgürlüğünü temelinden yıkmış olacağını bilirdi. “Müteşabih” (şüpheli) ve çelişmeli hükümler yoluyla fikir özgürlüğünü yaratmanın mümkün olamayacağını ELBETTEKİ düşünürdü. Zira, fikir özgürlüğü, herhangi bir hükmü, sırf Tanrı’dan gelmiştir diye kabul etmekle ya da yorumlamakla değil, fakat onu akılcı yoldan değiştirebilmekle, yerine yepyenisini getirebilmekle, cerh edebilmekle oluşabilir. Oysa ki, ‘Kur’an & göre aklın rehberliği diye bir şey söz konusu değildir; vahiylerin akıl süzgecinden geçirilerek yok edilmesi mümkün değildir. Aksine, Kur’an’da Tanrı ve peygamber emirlerinin mutlaklığı, değişmezliği, öngörülmüştür. Kişinin tüm yaşantılarını en ince noktasına kadar düzenleyen ve insan aklına bunları öğrenmekten başka bir olanak vermeyen bu emirleri insan iradesiyle ‘
değiştirmek, ilga etmek mümkün değildir; çünkü yasaklanmıştır: Bakara Suresi’ndeki “Ayetlerimi değiştirmeyin” (Bakara Suresi, ayet 4J) şeklindeki hükümden tutunuz da, “Kitabı batıl kılacak hiçbir şey olmadığına” (Fussilet Suresi, ayet 41-42) ya da kitabı ciddiye almayıp reddedenlerin cehennemlik sayılacaklarına (Bakara Suresi, ayet 113-115) varıncaya kadar, Kıranda yer alan buyruklar, fikir özgürlüğünü kökünden kurutacak nitelikte şeylerdir.
Arapları “tereddüde” düşürmemek ya da “ürkütmemek” için bazı ayetlerin “müteşabih” nitelikte gönderildiği iddiasına gelince... Böyle bir iddia, Tanrı’yı aciz durumdaymış gibi tanımlamaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü, eğer Tanrı, kendi yarattığı kullarını tereddüde düşürmekten ya da ürkütmekten çekiniyor ise, bu takdirde, güçsüzlüğünü, aczini itiraf etmiş oluyor demektir. Eğer onları ürkütebilecek emir vermekten çekiniyor da, bu emri bazılarının anlayamayacağı bir dilde veriyor ise, bu takdirde kullarından korkuyor demektir!
Öte yandan kullarına dilediği gibi anlayış gücü sağladığını ya da onları doğru yola sokmak, gönüllerini açmak olanağına sahip olduğunu söyleyen bir Tanrı’nın (örneğin, Enam Suresi, ayet 125), bazı ayetleri “müteşabih” nitelikte göndermeye neden ihtiyaç duymuş olabileceği de ayrıca anlaşılması güç bir sorundur!
Bütün bunlar bir yana, Muhammed’in ilk anlarda yerleştirdiği ayetlerden anlaşılan odur ki, Tanrı, kendi emirlerinin herkes tarafından anlaşılmasını istemiş bu nedenle de, buyruklarını “apaçık” olmak üzere gönderdiğini bildirmiştir. Daha önce diğer ümmetlere -sırf anlasınlar diye-, kendi dillerinde kitap gönderdiği gibi, Araplara da Kur’an’ı, “apaçık” bir dille, Arapça olarak, yani Arapların kendi anlayacakları dilde hem de yedi farklı okunuşta göndermiştir. Yani anlaşılmasını istediği içindir ki, Kur’an’ı “apaçık”olmak üzere, “en açık” ve “en anlaşılacak” tarzda,hem de çeşitli Arap kavimlerinin kullandıkları yedi lehçede olmak üzere indirdiğini söylemiştir. Kur’an’ın “apaçık” olmak üzere gönderildiğine dairKur’an’da sayısız denecek kadar çok ayet vardır. Bütün bunlar ortadayken, bazı ayetleri “muhkem” (kesin, anlaşılabilir) ve bazılarını“müteşabih” (şüpheli, anlaşılamaz) şekilde göndermesinin ELBETTEKİ anlamı olamaz ve aksini iddia etmek ELBETTEKİ yersizdir.

“Çelişkili” Hükümlerle Verilen Din ve Bundan Doğma Olumsuz Sonuçlar

“Çelişkili” Hükümlerle Verilen Din ve Bundan Doğma Olumsuz Sonuçlar Şeriat hükümlerinin çelişkilerle, tutarsızlıklarla dolu oluşunun yarattığı sakıncalar sınırsız denecek kadar çoktur. Bu sakıncalar, hem yaşam sorunlarına çözüm bulamamak ya da bu sorunları olumsuz sonuçlara bağlamak açısından, hem de asıl kişileri akılcı gelişmeden ve düşünme gücünden yoksun bırakmak bakımından söz konusudur. Kısaca özetlemeye çalışalım.
I) YAŞAM SORUNLARINA ÇÖZÜM BULMA GÜÇLÜĞÜ YARATMAK BAKIMINDAN, ÇELIŞKILER SISTEMININ ORTAYA ÇIKARDIĞI SAKINCALAR
Çelişkiler sisteminin yarattığı olumsuzlukların başında, birbirleriyle çatışan hükümlerden hangisinin uygulanacağının bilinememesi gelir ki, bu da yaşam sorunlarını çözümlenemez durumda kılmaya yeterlidir. İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bırakınız sıradan ya da halktan kişileri, ulema sınıfı da bu yüzden, çoğu zaman ne yapılması gerektiğini kestiremez durumlarda kalmışlardır. Daha ilk zamanlarda bile, Ashabı Kiram’in,’ birtakım önemli sorunlar karşısında ne yapacaklarını bilemeyip sorulara hemen yanıt veremediklerini ve işi “talik” ettiklerini, İslam kaynaklarından öğrenmekteyiz. Örneğin, Hulefayı Raşidin’den sayılan Osman b. Affan bile Kur’an’daki çelişmeler karşısında çoğu kez kararsız kalmış, önüne getirilen sorunları çözümleyememiştir. Nitekim önemli bir konu olarak kendisine, iki kardeşin “mülki yeminde cem’i caiz olup olmadığı” sorulduğunda, “Ne bileyim? Bunu (Kur’an’daki) bir ayet
“Ashabı Kiram” deyimi Muhammed’i görmüş, onunla konuşmuş olanlar için kullanılan bir deyimdir.
helal, öbür ayet de haram kılmıştır” demiş ve işin içinden çıkamaz durumda kaldığını bildirmiştir.2 Abdullah İbni Amr ise, çelişmeler yüzünden“nezir3 gününün bayrama rastlaması halinde ne yapılması gerektiği” konusunda kararsız kalmıştır. Nitekim, kendisine, “Pazartesi günleri oruç tutmayı nezreden bir kimsenin nezir günü bayram gününe tesadüf ederse, bu adamın vaziyeti ne olur?” diye sorulduğunda, “Ne bileyim? Bir tarafta Allah nezrin yerine getirilmesini emrediyor, öbür tarafta da Resulullah bayram günü oruç tutmayı yasak etmiştir” diyerek kararsızlığını bildirmiş ve fetva vermekten çekinmiştir.4 Bunlara benzer örnekler çok. Görülüyor ki, Kur’an’ın çelişkili hükümleri, yaşam sorunlarına çözüm bulmak bakımından güçlük yaratmakta!
II)        YAŞAM SORUNLARINI OLUMSUZ SONUÇLARA BAĞLAMAK BAKIMINDAN, ÇELIŞKILER SISTEMININ ORTAYA ÇIKARDIĞI SAKINCALAR
Çelişkiler sisteminin sakıncalı olan yönü, sadece ayetlerin uygulanmasında rastlanan güçlük ve kararsızlık değildir. Sakıncalı olan diğer bir yönü, yaşam sorunlarını “olumsuz” şekilde çözüme bağlama zorunluluğunu yaratmış olmasıdır:
Daha önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi, Kur’an’daki çoğu sure ve ayetlerin kesin olarak ne zaman ve nerede “indiği” bilinmez. Nice örneklerden biri olarak hicab ayetini ele alalım! Katade’ye göre, bu ayet Hicret’in 5. yılında inmiştir; Ebu Ubeyde Ma’mer’in söylemesine göre, Hicret’in 3. yılında, İbni Sa’d’ın söylemesine göre ise Hicret’in 4. yılının “Zilkadesinde”,””nazil” olmuştur.6 Bununla beraber hangi surelerin ve ayetlerin Mekke döneminde, hangilerinin Medine döneminde indiği konusunda az çok bir görüş birliği vardır. Bu da ortaya, birbiriyle çelişkili hükümlerden “olumsuz” nitelikte olanların, olumlu olanları yok etmesi gibi bir sonuç doğurmakta. Çünkü, akıl ve mantığın emrettiği şudur ki, herhangi bir hüküm, ancak kendisinden
2  Sahihi...,c.11,s,52.
3 ‘”Nezir” sözcüğü “nezr”kökünden gelme olup “adama” anlamındadır.
4  Sahihi...,c. 1,5.52.
5 “Zilkade”, Arabi ayların on birincisidir.
6  Sahihi...,c. l,s.48.


önce konmuş olan bir hükmü ortadan kaldırabilir. Geleceğe yönelik olarak hüküm iptali diye bir şey yoktur. Bu itibarla çelişme ve çatışma halinde bulunan iki hükümden önce konmuş olanın, sonradan konan hükümle ortadan kaldırılmış olması doğaldır. Bu böyle olduğuna göre, şimdi“Mekke” dönemine ait ayetlerle, “Medine” dönemine ait ayetlerin niteliklerine göz atalım:
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Mekke dönemine ait bilinen ayetler ki “Mekki” diye bilinir, genellikle yumuşak, barışçı, hoşgörülü ve insaflı gibi görünen ayetlerdir. Buna karşılık daha sonraki Medine döneminin ayetleri ki “Medeni” diye bilinir genellikle şiddet, ölüm ve dehşet saçıcı, sert, saldırgan, hoşgörüsüz, insafsız nitelikte ayetlerdir. Bu itibarla “Mekki” ayetlerle “Medeni” ayetler çoğu zaman tam bir çelişme halindedirler. Daha önce belirttiğimiz gibi, bunun da nedeni, Mekke dönemindeyken Muhammed’in, henüz güçlenmemiş olmasıdır. Güçlenmediği için kılıç yoluyla, yani zor kullanarak ve şiddete başvurarak iş görme olasılığından yoksundu. Buna karşılık Medine’ye geçince yavaş yavaş güçlenmiş ve bu sayede şiddet siyasetine yönelmiştir. Nitekim, bunun böyle olduğunu anlamak için, daha önceki sayfalarda belirttiğimiz çelişkili hükümleri şöyle bir göz atmak yeterlidir. Örneğin, Mekke döneminde indiği kabul edilen Gaşiye Suresi’nde hoşgörü niteliğinde görünen şu ayetler var:
“Ey Muhammed, sen öğüt ver; esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin... Kim inkar ederse Allah onu... azaba uğratır... Hesaplarını görmek bize düşmektedir” (Gaşiye Suresi, ayet 2126).
Burada Muhammed’in “öğüt verici” olduğu, “kafir”lere karşı zor kullanmaması gerektiği ve “kafır”lerin hesabının Tanrı tarafından görüleceği bildirilmekte.
Ancak, bu aynı Kur’an’ın Medine döneminde indiği kabul edilen Tevbe Suresi’nde,7 İslami kabul etmedikleri için “müşrik”lerin (puta tapanların) öldürülmelerini emreden, yine aynı şekilde ehli kitab’a
7 129 ayetten oluşan Tevbe Suresi’nin son iki ayeti (yani 128. ve 129. ayetler) hariç, diğerleri Medine döneminde inmiş kabul edilir.
(yani Yahudilere ve Hıristiyanlara) karşı savaş açılmasını ve İslami kabul etmelerine ya da “cizye” (kafa parası) vermelerine kadar savaşın sürdürülmesini öngören ayetler var:
“Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da verirlerse anık yollarını serbest bırakın...” (Tevbe Suresi, ayet 5).
Burada, müşriklerin ölüm tehdidiyle İslama sokulmaları emredilmekte. Yine bunun gibi Tevbe Suresi’nin 29. ayeti şöyledir:
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslam dinini) kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (Tevbe Suresi, ayet 29).
Burada da, Tanrı’ya ve Muhammed’e boyun eğmeyen, İslami din olarak benimsemeyen Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı savaş açılması, bu savaşın, onlar tarafından küçülerek “cizye” (kafa parası) verilmesine kadar sürdürülmesi emredilmekte.
Şimdi geliniz yukarıda belirttiğimiz Gaşiye Suresi’nin ayetleriyle Tevbe Suresi’nin ayetlerini karşılaştıralım. Kuşkusuz ki, Gaşiye Suresi’nde yer alan “Ey Muhammed! Öğüt ver, sen sadece öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin” şeklindeki ayetlerle, Tevbe Suresi’nde yer alan, müşriklerin öldürülmelerini ve Yahudilerle Hıristiyanlara karşı savaşılmasını emreden, yani şiddet ve savaş yolunu öngören yukarıdaki ayetler, birbirleriyle çelişme halindedirler. Zira birinciler höşgörülüğe yer verirmiş gibi görünen, ikinciler ise hoşgörü nedir bilmeyen ayetlerdir. Şimdi ne olacak? Birbiriyle çelişkili ve birbirine ters düşen bu ayetleri, birlikte uygulamak olanağı bulunmadığına göre, bunlardan hangisini geçerli, hangisini geçersiz sayacağız? Eğer, “Birbiriyle çelişen ayetler içerisinde, önce indiği kabul edilen ayetler, daha sonra indiği söylenen ayetler tarafından ortadan kaldırılmıştır” denecek olunursa, bu takdirde Gaşiye Suresi’nin hoşgörü niteliğinde sayılabilecek yukarıdaki ayetlerinin yok sayılıp, Tevbe Suresi’nin, “müşrik”lerin öldürülmelerini ya da ehli kitab’a karşı savaş açılmasını öngören ayetlerinin uygulanması gerekir. Çünkü, Gaşiye Suresi’nin bu ayetleri Mekke dönemine (yani daha önceki döneme), fakat Tevbe Suresi’nin ayetleri ise, daha sonraki Medine dönemine aittir. Böyle olunca, Mekke döneminin hoşgörülü hükümleri (yani Gaşiye Suresi’nin 21., 22., 24. ve 26. ayetleri), Medine döneminin ölüm saçan ayetleriyle (yani Tevbe Suresi’nin 5. ve 29. ayetleriyle) geçersiz kılınmış olacaktır. Nitekim, Muhammed, Mekke dönemindeyken Gaşiye Suresi’nin yukarıdaki hükmü (ya da Kur’an’ın benzeri ayetleri) doğrultusunda olmak üzere iş görürken, yani kendisini “tebliğ edici”, “öğüt verici” gibi gösterirken ve çete göndermek ya da savaş yapmak gibi yollara hiç yönelmemişken, Medine’ye geçtiği tarihten ölümü tarihine gelinceye kadar, hep Tevbe Suresi’nin yukarıdaki ayetleri (ya da Kur’an’daki benzeri hükümler) doğrultusunda olmak üzere kılıç yoluyla iş görmüş, zor kullanmış, yirmi dokuz savaş yapmış, kırk kadar seriye (çete) göndermiş, müşrikleri yok etmiş, kitaplıları (Yahudileri ve Hıristiyanları) kılıçtan geçirmiş ya da yerlerinden sürmüş, esirler, ganimetler almıştır.
Kur’an ın nispeten yumuşak, barışçı ve hoşgörülü gibi görünen ayetleri genellikle Mekke döneminde, buna karşılık sert, dehşet saçan, savaşçı ve hoşgörüsüz ayetleri daha sonraki Medine döneminde kabul edildiğine göre, ikincilerin birincileri yürürlükten kaldırması halinde nasıl korkulu bir sonucun ortaya çıkacağı aşikardır. Nitekim, daha ilk anlardan itibaren Kur’an’ın “olumlu”ymuş gibi görünen ayetleri, “olumsuz” nitelikteki ayetler arasında kaybolup gitmiş ve bu yüzden İslam şeriatı “korkuyla verilen ve kılıç yoluyla yerleştirilen” bir “din”’niteliğine bürünmüştür. İslam şeriatı tarihi, bir yandan Orta Asya’lara, diğer yandan Afrika’nın kuzeyinden İspanya’lara kadar uzanan saldırı ve savaşlarla, kılıçla dehşet saçarak, kan akıtarak dini yaymak, insanları zor kullanarak ve özgürlükten yoksun tutarak yönetmek gibi örneklerle dolu bir tarih olmuştur. Sadece Orta Asya’daki Türklerin, Arap orduları tarafından kılıçtan geçirilerek Müslüman kılınmalarının örneğine göz atmak, bu konuda fikir edinmek için yeterlidir.
Denebilir ki, Kur’an ayetlerinin çelişkili oluşu, yaşam sorunlarına pek olumsuz, pek yıkıcı ve pek kötü bir çözüm bulma sonucunu yaratmıştır.
III)      “DÜŞÜNME GÜCÜ”NÜ YIPRATMAK VE “YARATICI ZEKA”YI YOK KILMAK BAKIMINDAN ÇELIŞKILER SISTEMININ ORTAYA ÇIKARDIĞI SAKINCALAR
Şeriat hükümleri (ve özellikle Kur’an ayetleri) arasındaki çelişkilerin yarattığı en sakıncalı sonuç, insan beyninin körlenmesi, düşünme gücünün yitirilmesi ve bu nedenle kişinin fikren gelişemez, akılcı yönde iş göremez durumlara sürüklenmesi şeklinde kendisini belli eder. Müslüman halkların l400 yıllık bitmeyen gerilikleri, yaratıcı zeka ve düşünme gücünden yoksunlukları, bunun en belirli kanıtıdır. Her vesileyle tekrarladığımız gibi, vaktiyle var olduğu kabul edilen ve iki yüz yıl gibi kısa denilebilecek bir süreyi kapsayan İslam uygarlığını yaratan şey,Kur’an eğitimi ya da İslamın kendisi değildir; Eski Yunan ve Roma kaynaklarıdır. İki yüz yıllık kısa bir süreyi aşmayan bu İslam uygarlığının yapıcıları, Kur’an ile ilim yapılamayacağını bildikleri için, çoğu zaman şeriata bağlıymış gibi görünerek şeriat çemberini aşabilmişler ve Eski Yunan, Roma uygarlıklarının kurucularından yararlanarak ilim yapabilmişlerdir. Bu konu, İslam uygarlığını yaratan bilim adamlarının kendi ağızlarıyla ortaya koydukları bir gerçektir.8 Ve bu bilim adamları, Kur’an kaynağı yerine Eski Yunan ve Roma’nın akılcı bilim kaynaklarını benimsediler diye, kısa zamanda “zındık”Ia ve “dinsizlik” damgalanmalardır; bu yüzden, bu kaynaklar terk edilmiş ve terk edildiği andan itibaren de İslam uygarlığı sona ermiştir.
Yine tekrar edelim ki, çelişkili şeriat verileriyle eğitilen kişinin düşünme yeteneği öylesine körletilmiştir ki, birbirine ters düşen şeyleri, aynı zamanda “geçerli”ymış gibi kabul edebilir hale gelmiştir. Bu nedenle, çelişmenin “çelişme” olduğunu fark edemez, fark etse de bunda bir“hikmet” yattığını sanır olmuştur. Verilecek örnekler pek çok; bunlardan birkaçını belirtmekle yetinelim:
Daha önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, şeriat eğitiminden geçmiş olan kişi, bir yandan “İslamda zorlama yoktur” (Bakara Suresi, ayet 256) şeklindeki hükümlere dayanarak “İslam hoşgörü dinidir” diye konuşurken, diğer yandan, zorlamayı öngören ve hoşgörüyü kökünden yok eden hükümlere dayalı olarak, farklı din ve inançta olanlara karşı düşmanlık
Aydın ve “Aydın” adlı kitabımda bu konular etraflıca belirtilmiştir.
beslemekten geri kalmaz ve örneğin Kur’an’daki “İslamdan başka bir dine yönelenler sapıktır!” (Ali İmran Suresi, ayet 85; Tevbe Suresi, ayet 33 vd...) ya da “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün!” (Tevbe Suresi, ayet 5) ya da “İslama aykırı bir inanışta ise analarınız, babalarınız, yakınlarınız için mağfiret dilemeyin, onların namazını kılmayın vd...” (örneğin, Tevbe Suresi, ayet 23, 84, 113; Ahzab Suresi, ayet 6061) gibi birçok buyruğa uymayı doğal sayar.
Bu aynı kişi, bir yandan, “Kur’an’ın 14 asır önce ilan ettiği kadın hakları hala ulaşılamamış bir yüceliktedir” şeklinde konuşurken,9 diğer yandan, şeriatın kadını aşağılatan hükümlerine sarılmakta sakınca bulmaz; bunları rahatlıkla savunabilir ki, bunlar arasında, “Kadınlar aklen ve dinen dun yaratılmışlardır; iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına denktir; cehennemin çoğunluğu kadınlardandır; Sütresiz (perdesiz) olarak namaz kılanın önünden eşek, köpek, kadın geçerse namaz bozulur vd...” şeklinde, insan şahsiyetinin haysiyetiyle bağdaşmayan hükümler vardır. Birbiriyle çelişen ve çatışan bu iki düşünce tarzına saplanmışlık ona ters gelmez. Daha doğrusu çelişme ve çatışmanın varlığından muhtemelen habersizdir.
Yine bunun gibi, bir yandan Kur’an’ın, “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir” (Şura Suresi, ayet 30; Nisa Suresi, ayet 79 vd...); “Yaptıklarınızdan dolayı mutlaka sorguya çekileceksiniz” (Nahl Suresi, ayet 93) şeklinde olan ve “irade özgürlüğüne”ne ve “kişinin sorumluluğu”na. yer verir gibi görünen ayetlerine sarılarak, “İslam akıl dinidir, özgürlük dinidir” diye konuşurken, diğer yandan Kur’an’ın bu hükümleriyle çatışan, örneğin, “Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir” (Nahl Suresi, ayet 36, 93; Fatır Suresi, ayet 8; Müddessir Suresi, ayet 31, 42 vd...); “Tanrı dilediğinin gönlünü açar onu Müslüman yapar... dilediğinin kalbini dar kılar (kafir yapar)” (Enam Suresi, ayet 125); “Allah isteseydi puta tapmazlardı...” (Enam Suresi, ayet 107) şeklinde olan hükümlerini benimseyerek, gerçeklere “irade serbestisiyle”, yani “akılcı düşünce” yoluyla değil, gökten indiği söylenen Kur’an hükümleriyle gidilebileceğini
9 Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu tür bildirileri çoktur. Bunlardan biri, şeriatın kadın haklarına yer vermez olduğuna değinen bir yazım vesilesiyle, başkanlığın Tercüman gazetesinde (7 Haziran 1973) yayımlanan yukarıdaki bildirişidir.

savunur. Bundan dolayıdır ki, İslam dünyasının “büyük bilgin ve düşünür” diye bildiği nice kişiler, “Ben aklımı kullanmam, kullanmamakla iftihar ederim” diyebilecek kadar kendilerini “vahiy”lerin egemenliğine terk etmişlerdir.10
Yine bunun gibi şeriatçı kişi, bir yandan, “İslam eşitlik dinidir; ırk, renk, cins farkı gözetmez; ne Arap, ne Acem, ne Türk vd... (gözetmeyip) insanlığın güzel usaresinin bir belirisi(dir)” derken, diğer yandan köleliğin doğal olduğunu vurgulayan şeriat hükümlerini (örneğin, Nahl Suresi, ayet 75), siyah derili insanların tiksinti yaratıcı bir cilde sahip olduklarına dair hükümleri ya da Arapların “kavmi necib” olarak diğer Müslümanlara üstünlüğünü tanımlayan yönlerini benimseyebilir. Yani bir yandan İslamın eşitlik dini olduğunu söylerken, diğer yandan şeriatın insanlar arası eşitliği yok bilen hükümlerini benimseyebilir; bunda bir çelişme görmez.
Yine aynı şekilde, şeriatçı kişi, “kısırlık” denen şeyin Tanrı’dan geldiğini öngören hükümlerle, kısırlığın Tanrı tarafında kötülendiğini bildiren hükümleri aynı zamanda benimseyebilir; bu hükümler arasındaki çelişkiyi fark etmez, fark etse de önemsemez: “Çelişki bize göredir, Tanrı’ya göre değildir” deyip geçer! Gerçekten de, Kur’an’ın Şura Suresi’nde şöyle yazılıdır:
“(Allah)... dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder... Dilediğini de kısır kılar. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir” (Şura Suresi, ayet 4950; ayrıca bkz. Fatır Suresi, ayet 11).
Ancak, dilediğini “kısır” kıldığını söyleyen bu aynı Tanrı, kısırlığı bir kadın için “eksiklik”, “kusur” sayar ve hakaret vesilesi yapar. Nitekim, Muhammed şöyle demiştir:
“Evin köşesindeki bir hasır, döl getirmeyen kısır kadından daha hayırlıdır.”
Görülüyor ki, Muhammed, hem bir yandan Tanrı’nın dilediği kadınları kısır kıldığını bildirmekte hem de diğer yandan, Tanrı’nın kısır

10 İmam Malik örneği için bkz.İlhan Arsel, Şeriat Devleti’nden Laik Cumhuriyet’e, dördüncü basım, Kaynak Yayınları, Eylül 1997.

kıldığı kadınları hakaret edilmeye layık kıldığını anlatmakta!11 Öte yandan, yine Muhammed’in Kur’an olmayarak koyduğu hükümlere göre, döl getirmeyen kadınlarla asla evlenmemek gerekir; döl getiren siyah kadın, döl getirmeyen güzel kadından daha hayırlıdır. Buyruk aynen şöyle: .   “Sevimli ve döl getiren kadınlarla evlenin... Döl getiren siyah
kadın, doğurmayan (kısır beyaz) güzel kadından hayırlıdır.” Görülüyor ki, Tanrı, hem dilediği kadınları kısır kılmakta hem de kısır kıldığı bu kadıncağızları evlenme olasılığından yoksun tutmaktadır. Kuşkusuz ki, bütün bunlar çelişme halinde bulunan hükümlerin ortaya koyduğu olumsuz sonuçlardır.
Bu örnekleri çoğaltmak kolay, fakat şeriat eğitimiyle yetiştirilmiş kişinin kafa yapısı, çelişkili hükümlerle yoğrulmuştur. Sadece çelişkili hükümlerle değil, bir de Muhammed’in yaşam ve davranışlarına egemen olan çelişki örnekleriyle şekillenmiştir. Muhammed, bir yandan “barışçı”ve “hoşgörülü”ymüş gibi görünürken, diğer yandan farklı inançtakilere karşı korku ve dehşet saçmıştır. Bir yandan “tebliğ edici” ve “öğüt verici” olarak görünürken, diğer yandan kılıç yoluyla iş görmüştür. Bir yandan Arap kavmine, Arapça Kur’an ile gönderildiğini söylerken, diğer yandan tüm insanlara yollandığını savunmuştur. Bir yandan, “alçak gönüllü”ymüş (“mütevazı”) gibi görünürken, diğer yandan Tanrı’yı kendisine “salavat getirir” durumlarda kılarcasına ya da kendisine baş eğenlerin Tanrı’ya baş eğmiş sayılacaklarını açıklarcasına övünmüş, kendi yüceliğini dile getirmiştir. (Böylece Müslüman kişi, hem bir yandan Tanrı’nın tekliğine ve yüceliğine inanırken, hem de diğer yandan bu“yüce” Tanrı’nın Muhammed’e salavat getirir olmasına inanmakta herhangi bir çelişki olduğunu düşünemez olmuştur!)
Muhammed’le ilgili yukarıdaki örnekleri çoğaltmak kolay. Bu örneklerin ortaya koyduğu gerçek o ki, Muhammed, kendi yaşamını oluşturan tutum ve davranışlarındaki çelişkileri şaşkınlık yaratacak boyutlara ulaştırmakla, Müslüman kişinin düşünce tarzı üzerinde sınırsız bir etki yaratmıştır.
11 İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın, yeniden düzenlenmiş ve gözden geçirilmiş on beşinci basım, Kaynak Yayınları, istanbul, Ekim 1997.
Yine tekrar edelim ki, böyle bir ortam içerisinde yetişen insanların, çelişkili hükümler karşısında tepkisiz kalmaları kadar doğal bir şey olamaz. Tanrı’dan ve “peygamberden” geldiğini sandıkları verilerde çelişme ve tutarsızlık olamayacağına öylesine inanmış, kendi tutum ve davranışının çelişmelerle dolu olduğunu öylesine düşünemez hale gelmişlerdir ki, “Kur’an’da (ya da Kur’an olmayarak konmuş hükümlerde) çelişme vardır”diyenleri “bilgisizlikle” ve “dinsizlikle” suçlamayı olağan saymışlardır.
IV)      İSLAM DÜNYASININ “AYDIN” BILINEN SINIFLARI DAHI ÇELIŞMELI ZIHIN YAPISINDA
İslam dünyasının büyük çapta bilgin ve düşünür yetiştirdiği doğrudur. Fakat, her zaman tekrarladığımız gibi (özellikle Aydın ve “Aydın” adlı kitabımızda açıkladığımız gibi) bu düşünür ve bilginler İslamın yetiştirmesi değil, esas itibariyle Eski Yunan kaynaklarının yetiştirmesi olan kimselerdir. Bilim alanında İslama borçlu oldukları bir şey yoktur. Hepsi de Eski Yunan bilim kaynaklarından feyz alarak iş görmüşler, bunun böyle olduğunu söylemişlerdir. Örneğin, Farabi ya da İbni Sina gibi iki bilim ve fikir hazinesi sayılan ünlüler, Aristo’yu yüzlerce kez okuduklarını söylemeyi iftihar vesilesi edinmişlerdir. Bu konuyu diğer yayımlarımızla işlediğimiz için burada durmayacağız.12 Fakat, bilimsel bakımdan bütün olumlu yönlerine rağmen, bu ünlüler dahi, içinde yoğruldukları ortamın etkisiyle (ya da İslami eleştirme cesaretsizliği nedeniyle) çelişmeli düşünce tarzına saplanmaktan kurtulamamışlardır. Savunur oldukları bilimsel fikirlere ve görüşlere ters düşen şeyleri, benimsemekten geri kalmamışlardır. Örneğin, İbni Sina, o ünlü Kanun fi’ltibb adlı yapıtında, bir yandan “duygu” ve “bilim” alanına, “akıl” ve “düşün” yoluyla girme olasılığı bulunduğunun akılcı açıklamasını yaparken (ve yapmak için Eski Yunan otoritelerini kendisine destek kılarken), diğer yandan “vahiy”
12 Bu konuda özellikle bkz. ilhan Arsel, Aydın ve “Aydın”, yeni eklemelerle, gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş üçüncü basım. Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 1997.
yoluyla indiği kabul edilen ve akılcılıkla ilgisi bulunmayan şeriat hükümlerine inanmak gerektiğini savunur görünmüştür. “Akılcı”lıkla “vahiy”ciliğin bağdaşmadığını, yani “din ve iman” yoluyla “müspet ilim” yapılamayacağını söyleyememiştir. Öte yandan Mevlana gibi ‘Yetmiş milletten de olsan gel” şeklinde konuşarak, hoşgörü temsilciliği yapan bir başka ünlü, bu yönünü sıfıra indirgercesine din adına “cihan” ya da İslamda farklı inançtakilerin kafalarının koparılmasını savunur olmuştur. Bu iki davranışın birbiriyle çelişir oluşuna aldırmamış, muhtemelen bunu “çelişki”saymamıştır. Nitekim, Fih Mafih13 adlı yapıtında, kişinin insanlık değerini ölçüye vururken, bu değerlemeyi onun kılmış olduğu namazlara, din adına katıldığı savaşlara ve savaşlarda öldürdüğü kafir sayısına göre hesaplamıştır. Bununla da kalmamış, bir de, Ömer b. Hattab gibi Tanrı adını ağzından düşürmeyen bir halifenin, farklı inançtadır diye kendi öz babasının kafasını kılıçla doğramasını, yüceltilmesi gereken bir davranış saymıştır.  “Hoşgörü” ile “hoşgörüsüzlüğü”, aynı zamanda benimseyebilir olduğunu  fark etmemiş,  fark etse de   “fark etmez”görünmüştür.14
İslam bilgini olarak bilinen nice ünlüler, saplı bulundukları çelişkili kafa yapısı nedeniyle, Tanrı fikrini bile küçültücü görüşleri dile getirmekte olduklarının farkına varmazlar. Örneğin, bir yandan Tanrı’nın “alim” olduğunu, yani ana rahmine düşmüş çocuğun kaderinin (tüm yaşamının) ne olacağından tutunuz da, kıyametin ne zaman kopacağına varıncaya kadar, hiç kimselerin bilemeyeceği her şeyi bilir olduğunu söylerlerken ve bu konunun Kur’an ayetleriyle 171 kez açıklandığını belirtirlerken, diğer yandan bu aynı Tanrı’yı, sanki kendi kullarından akıl almaya muhtaçmış gibi durumda kılıcı ayetleri benimsemekte kusur etmemişlerdir. Bunu yaparken çelişkiye saplandıklarını ve aynı zamanda Tanrı fikrini yıprattıklarını düşünmemişlerdir. Verilebilecek örnekler sayısız denecek kadar çok. Kısaca fikri edinmek üzere önce İsra Suresi’nin iki ayetine, sonra Kehf Suresi’nin 74. ve 80. ayetleriyle, Nuh Suresi’nin 26. ve 27. ayetlerine şöyle bir göz atalım.

13 Maarif Basımevi, istanbul, 1954, s.2223; 128, 214.
14  ilhan Arsel, Aydın ve “Aydın”, yeni eklemelerle, gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş üçüncü basım, Kaynak Yayınlan, istanbul, Mart 1997.

Başka bir vesileyle daha önce değindiğimiz gibi, Kur’an’da, Kehf Suresi’nde, Musa ile genç bir adamın hikayesinden söz edilmekte. Hikaye, “Bir vakit Musa genç adamına demişti ki, ‘Durup dinlenmeyeceğim, ta iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim’...” şeklindeki ayet ile başlar (Kehf Suresi, ayet 60). Burada geçen “genç adam”ın kim olduğu ya da “iki deniz” deyiminden hangi denizlerin kastedildiği belli değil. Bir rivayete göre “genç adam”, Musa’ya hizmet eden ve ondan ilim öğrenen Yuşa b. Nün adında bir kişidir. “İki deniz” deyimine gelince, bunların Hazar Denizi ile Karadeniz ya da Nil Nehri’nin Sudan’daki iki kolu olduğunu söyleyenler yanında,“zahir”i temsil eden Musa ile  “batın aleminin” temsilcisi sayılan   “Hızır” olduğunu öne sürenler vardır. Diğer yayımlarımızda konuyu ele almış olduğumuz için, burada sadece yukarıda belirttiğimiz konuyla ilgili olan kısmını ele alacağız. Kur’an’da, anlatılanlara göre, Musa, Tanrı tarafından kendisinden daha bilgili olduğunu haber verilen Hızır ile buluşmak üzere, genç adamla birlikte yola çıkar (Kehf Suresi, ayet 61 vd...). Az giderler, uz giderler nihayet karşılarına biri çıkar ki, bu, Tanrı’nın “rahmet” (vahiy ve peygamberlik) verdiği “Hızır”dır (Kehf Suresi, ayet 65). Musa, “ilim” öğrenmek  için  Hızır’la  birlikte  olmak  ister,  fakat Hızır,  Musa’ya, “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin”der; Musa da ona, “Sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem” diye yanıt verir (Kehf Suresi, ayet 6670). Sonra birlikte yola koyulurlar. Bir süre gittikten sonra bir erkek çocuğuna rastlarlar. Hızır, hemen çocuğu öldürür. Bunu gören Musa şaşırır ve Hızır’a,“Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (yani o kimseyi öldürmediği halde) katlettin ha! (Gerçekten çok fena bir şey yaptın!)” (Kehf Suresi, ayet 7174) diyerek çatar. Musa’nın tutumunu olumsuz bulan Hızır, neden dolayı çocuğu öldürmüş olduğunu açıklar:
“(Bu çocuğun) ana babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk” (Kehf Suresi, ayet 80).
Yorumcuların açıklamalarına göre, Hızır, bu sözleriyle anlatmak ister ki, bu çocuk, eğer sağ kalacak olursa, ileride dinsiz, imansız bir kimse olacak ve ana babasına karşı azgınlık ve nankörlük yapacak, onları mümin olmaktan çıkaracaktır ya da ana babası, çocuk sevgisi yüzünden iman ve inançlarından olacaklar, dinden çıkacaklardır. Ve işte güya Tanrı bunu Hızır’a bildirmiş olduğu içindir ki, Hızır çocuğu öldürmüştür!15
Şimdi şöyle bir düşünelim: Kehf Suresi’ndeki bu ayetlere göre Musa ile Hızır, bir oğlan çocuğuna rast geliyorlar. Bu çocuk buluğ çağına erişmiş midir, erişmemiş midir, belli değil. Fakat, Musa’nın çocuk hakkında en ufak bir fikri yoktur. Hızır ise, çocuk hakkında Tanrı tarafından bilgilendirilmiştir. Tanrı, o her şeyi bilirliğiyle, bu çocuğun, eğer sağ kalıp yaşayacak olursa, ileride “tuğyan ve küfre bürüneceğini”, yani azgınlık edeceğini, dinden çıkacağını ve anasını babasını da azıtıp dinden uzaklaştıracağını ya da ana babanın, evlat sevgisine kapılıp kendi çocuklarına ayak uyduracaklarını Hızır’a bildirmiştir. Çünkü, Tanrı “alim”dir, hiç kimselerin bilmediği her şeyi bilendir (böyle olduğu Kur’an’da171 kez tekrar edilmektedir). Ve işte Tanrı, her şeyi bildiği içindir ki, Hızır’ı, oğlan çocuğunun yapacağı kötülüklerden haberdar etmiş ve çocuğu öldürtmüştür.
Pek güzel, ama Kur’an’a göre Tanrı, insanların kaderini daha ana karnındayken çizmiş değil midir? İnsanları doğru yola sokan ya da sapıttıran,“mümin” ya da “müşrik “ “kafir” yapan o değil midir? Ve nihayet bu çocuğu böyle yapan da o değil midir? Eğer o ise, çocuğu öldürtmek niye? Onu öldürtecek yerde gönlünü açıp doğru yola soksa daha iyi (yani Tanrı’ya yakışır) bir iş olmaz mı? Yok eğer Tanrı onu “cani ruhlu”, “müşrik” ya da “kafir” yaptı ise, bu takdirde “cani ruhludur”, “müşriktir”“kafirdir” diye sorumlu tutup cezalandırması, akla ve mantığa aykırı olmaz mı? Öte yandan, eğer Tanrı her şeyi önceden biliyorsa, neden sadece bu çocuğu öldürtür? Kötülük yapacağını bildiği ve örneğin azgınlık edeceğini düşündüğü nice diğer kimseler varken onları neden yok etmez? Şeriat eğitiminden geçmiş kimseler için, yukarıdaki çelişkilerde “çelişki” diye bir şey yoktur. Yani Tanrı’nın, hem dilediğini (olayımızda oğlan çocuğunu) “kafir” yapmasında hem de onu (ana ve babasını “kafir” kılacaktır ya da ana baba ve çocuk sevgisiyle “kafir” olacaklardır) diye
15 Bu konuda Diyanet Vakfı’nın Kur’an çevirisinde, Kehf Suresi’nin 80. ayetiyle ilgili açıklamaya bakınız: ayrıca bkz. Elmalılı H. Yazır. age. c.4, s.3269.
öldürtmesinde şeriatçılar için şaşılacak bir şey olamaz. Onların yukarıdaki hikaye vesilesiyle üzerinde durdukları iki konu vardır ki, bunlardan biri Tanrı ve Peygamber emirlerine körü körüne baş eğmenin gerekli olduğu, diğeri de Tanrı’nın “alim” olduğudur, yani gelmiş geçmiş ve gelecek diye ne varsa her şeyi bildiğidir. Yukarıdaki hikayeyi bu bakımdan önemli bulurlar.
Şimdi Tanrı’nın, her şeyi bilir olduğu konusunda şeriatçının saplı bulunduğu diğer bir çelişkili düşünce tarzını inceleyelim ve yine nice örneklerden biri olmak üzere, Nuh Suresi’nde yer alan bir başka hikayeyi (kıssayı) gözden geçirelim. Kehf Suresi’ndeki hikaye ile Nuh Suresi’ndeki hikayeye ait ayetlerin nasıl bir çelişkili düşünce tarzı yarattığını görelim. Kur’an’ın Kehf Suresi’nde yer alan bazı ayetlerle ilgili olarak gördük ki, Tanrı, bir oğlan çocuğunun, eğer yaşayacak olursa, ileride kendi ana ve babasına kötülük yapacağını, onları din ve imandan çıkaracağını (ya da ana ve babanın çocuk sevgisine kapılarak dinden çıkacaklarını) bilmektedir; çünkü Tanrı her şeyi bilendir. Hızır adındaki“peygamberime haber verip bu çocuğu öldürtmüştür, ama o çocuğu “babasına kötülük yapacak nitelikte kılan” yine bu aynı Tanrı’dır; çünkü, dilediğini doğru yola sokan ya da dilediğini sapıtan odur.
Şimdi geliniz Kur’an’ın Nuh Suresi’ne geçelim ve orada Nuh’un, kendi kavmiyle ilgili olarak Tanrı’yla olan konuşmasını kapsayan ayetleri inceleyelim. Bu incelemeyi yaparken şunu gömlekteyiz ki, bu ayetlere göre Tanrı, her şeyi bilen değildir ve Nuh, Tanrı’nın bilemediği şeyleri bilmektedir. Tanrı’ya, yapılması gereken şeyleri bildirmektedir:
Kur’an’ın Nuh Suresi’nde yer alan hikayeye göre, Nuh, kendi kavmini uyarmak, doğru yola sokmak üzere Tanrı tarafından görevlendirilir; görevlendirildikten hemen sonra, kavminin insanlarını karşısına alır ve onlara şöyle der:
“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin... ki günahlarınızı bağışlasın, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın...” (Nuh Suresi, ayet 120).
Fakat hiç kimselere söz geçiremez. Geçiremeyince onları Tanrı’ya şikayet eder:
“Rabbim, doğrusu bunlar bana karşı geldiler... büyük hileler, büyük desiseler kurdular... gerçekten birçoklarını saptırdılar... Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü, sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar...” (Nuh Suresi, ayet 2128).
Nuh’un bu sözlerini dinleyen Tanrı gereğini yapar.
Görüldüğü gibi, Nuh burada, Tanrı’nın bilemediği şeyleri biliyormuş durumundadır; çünkü Tanrı’ya hitaben, “...Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü, sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar...” diyerek söz etmektedir; Tanrı’ya akıl vermektedir. Hani sanki Tanrı her şeyden habersizdir, kendi yarattığı insanların ne yapacaklarını bilmemektedir ve eğer kafirleri yok etmeyecek olursa, bu kafirlerin iman sahibi kimseleri de saptırıp yeryüzünde kendisine inanan bir kimse bırakmayacaklarından habersizdir! Buna karşılık Nuh, insanları Tanrı’dan daha iyi bilmektedir, bu nedenle Tanrı’yı, onlardan gelebilecek ahlaksızlıklardan, nankör davranışlardan haberdar etmektedir! Daha başka bir deyimle, o her şeyi yaratan, geçmişi ve geleceği, ana karnına düşenin kaderini bilir diye tanımlanan Tanrı, hani sanki Nuh’un sahip olduğu bilgilerden yoksundur. Pek güzel, ama nasıl oluyor da Nuh, Tanrı’nın bilemediklerini bilmekte olup, Tanrı’ya, “Bu kafirleri yok etmezsen, onlar senin kullarını saptırırlar” şeklinde tavsiyede bulunabiliyor, daha doğrusu Tanrı’ya akıl verebiliyor? Bunu yapabilmek için, insanları Tanrı’dan daha iyi tanıması ge­rekmez mi?
Kur’an yorumcuları (örneğin, Razi gibi ünlüler), her ne kadar Tanrı’nın “alim” olduğunu, hiç kimselerin bilemediğini bilir olduğunu söylerlerse de (ve buna dair Kur’an’da 161 kez yer alan ayetleri ezbere tekrar ederlerse de), yine de Nuh’u Tanrı’dan daha tecrübeli olarak kabul etmekte sakınca bulmazlar. Gerekçe olarak öne sürdükleri şudur ki, Nuh 950 yıl yaşamıştır (Ankebut Suresi, ayet 14) ve işte 950 yıl yaşadığı içindir ki, Nuh kendi toplumunun yapısını, karakterini ve çocuklarının nasıl olacağını Tanrı’dan çok daha iyi bilmektedir.16 Bu itibarla Tanrı’ya, “(Ey Tanrım) Bu kafirleri yok etmezsen, onlar senin kullarını saptırırlar” şeklinde konuşabilecek yeterliliktedir!
16 Razi ile ilgili bu konular için bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınları, c.l, s.256.
Evet, işte islam dünyasının Razi gibi ünlülerinin söyledikleri bu­dur. Söylerken de, Tanrı’nın yüceliği ve her şeyi bilirliği fikrini kö­künden kundakladıklarını düşünemezler: çünkü, çelişkili bir kafa ya­pısına sahiptirler. 950 yıl yaşadığını sandıkları Nuh’u, insanları Tan­rı’dan daha iyi tanırmış gibi göstermekle, Tanrı fikrini zedelemiş ol­duklarının farkında değillerdir.
Fakat, onları bu çelişkili düşünce tarzına sürükleyen yine Kur’an’da. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi, Kehf Suresi’nde yer alan ayetlere göre, Tanrı, her gizli şeyi bilir olduğu için, oğlan çocuğunun (eğer yaşayacak olursa) ileride, yani büyüdüğü zaman, kendi ana ve babasını din ve iman­dan çıkaracağını Hızır’a haber vermiş ve çocuğu öldürtmüştür.
Ama buna karşılık Nuh Suresi’nin yukarıda belirttiğimiz ayetlerine göre, Tanrı, her şeyi bilir olmaktan çok uzak görünmektedir. Nuh’un kav­minin insanlarının ahlaksızlık yapacaklarından, nankör yaradılışta ço­cuklar doğuracaklarından haberi yoktur. Olmadığı içindir ki, Nuh ona yakınmakta ve “...Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü, sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar...” şeklinde istekte bulunmaktadır. Ve muhtemelen Tanrı, Razi’nin dediği gibi, Nuh’un 950 yıl yaşadığını ve bu itibarla insanları daha iyi tanıdığını düşündüğü içindir ki, onun isteği doğrultusunda iş görmüştür.
Tanrı’yı “alim”, yani her şeyi bilir olarak gösteren ayetlerle, çoğu şeyleri bilemezmiş (ve bu nedenle kendi elçisinden akıl almaya muhtaçmış) gibi gösteren ayetler arasındaki çelişmelere benzer örnekler pek çok. Bu ayetlerden hiçbiri “nesh” edilmediğine göre hepsi de çelişkiler sisteminin olumsuzluklarını ortaya koymaktadır; hepsi de, insan bey­ninin, çelişkili hükümlere dayalı eğitim yoluyla, nasıl özgür düşünme olasılığından yoksun bırakıldığını kanıtlamaktadır.