17 Ekim 2012 Çarşamba

Kur'an'da "Şu'ayb Peygamber'le İlgili Yanlışlar

Kur'an'da "Şu'ayb Peygamber'le İlgili Yanlışlar

Kur'an'da Şu'ayb diye bir ad geçer. Bu Şu'ayb, güya Tanrı'nın Hud, Salih ve Lut'tan sonra gönderdiği peygamberlerden biridir. Ve kendisini, kendi kavmine "peygamber" olarak kabul ettirebilmek için, diğer peygamberlerin uğradıkları düşmanlıklardan örnekler vermek ister ve şöyle der:

"Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nuh kavminin ve­ya Hud kavminin, yahut Salih kavminin başlarına gelen/er gibi size de bir musibet getirmesin!..." (K. 11, Hud Suresi, ayet 89.)

Ne var ki Şu'ayb'ın: "Ey kavmim!" derken hangi kavimden söz ettiği belli edilmemiştir; edilmediği içindir ki bu husus Kur'an bil­ginleri arasında tartışma yaratır. Şu nedenle ki Kur'an'ın bazı ayet­lerinde Şu'ayb'ın "Eyke" halkına, bazı ayetlerinde ise "Medyen" hal­kına gönderildiği yazılıdır. Oysa "Medyen kavmi" ile "Eyke halkı" birbirlerinden farklı topluluklardır; bu böyle olduğuna göre ortada bir yanlışlık var demektir.

Gerçekten de Mekke döneminin ortalarında indiği söylenen ayetlerde Şu'ayb'ın, Eyke halkına gönderildiği yazılı! Eyke sözcüğü bir cins orman anlamına geldiği için bu yer halkına "ashab alayka" (yani "orman eshabı" ya da "koruluk halkı") adı verilmiştir. Eyke denen bölgenin, Medyen'e doğru deniz kenarında bir yer olduğu ve Eyke halkının ticaretle meşgul fakat zalim ve hilekar bir millet olduğu söylenir.' Kur'an'da, Şuara Suresi'nde, Eyke halkına "pey­gamber" olarak gönderilen Şu'ayb'ın, Eykeliler tarafından yalancı­lıkla suçlandıği bildirilmekte:

"Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı; Şuayb on­lara şöyle demişti: '(Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısı­nız? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin'..." (K. 26, Şuara Suresi, ayet 176179.)

Eyke halkı denen bu halktan, Kur'an'ın Hucurat Suresi'nde (ayet 14), Hicr Suresi'nde (ayet 78) ve Sad Suresi'nde (ayet 1314) söz edilmiştir. Buna karşılık Mekke döneminin sonlarına doğru vahyolunduğu söylenen Hud, Ankebut ve A'raf surelerinde Şu'ayb'ın Medyen halkına gönderildiği bildiriliyor. Örneğin Hud Suresi'nin 84. ayetinde şu var:

"Medyen'e de kardeşlen Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin! Sizin için ondan başka Tanrı yoktur'..." (K. 11, Hud Suresi, ayet 84.)

Aynı şey Ankebut Suresi'nin 36 ve A'raf Suresi'nin 85. ayetlerin­de tekrarlanmıştır. Bu hükümlere göre Medyen halkı Şu'ayb'ı yalan­cılıkla suçlamış ve bu yüzden Tanrı'nın gazabına uğramıştır. Örne­ğin Ankebut Suresi'nde şu yazılı:

"Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken kendilerini bir sar­sıntı yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar" (K. 29, Ankebut Suresi, ayet 37; K. 7, A'raf Suresi, ayet 85).

Bazı kaynakların bildirmesine göre "Medyen", İbrahim "Pey­gamber'in" oğlu olup, bunun torunlarına Medyen kabilesi denmiştir. Bu kabilenin yaşadığı kente "Medyen kenti" dendiği ve bu kentin Akabe Körfezi'nin doğu yönünde ya da Şab Denizi havalisinde bu

1 Bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.V. s.3640.
lunduğu bildiriliyor.2 Aslında Şu'ayb'ın Medyen ile hiçbir ilgisi ol­madığı da öne sürülmekte. Öte yandan Araplar arasındaki bir inan­ca göre Şu'ayb'ın mezarının "Hirbet Midyan" denilen ve eskiden "Madon" adını taşıyan bir yerde olduğu anlaşılmaktadır. Pek muh­temeldir ki "Madon" adı, "Medyen" adı ile karıştırılmış ve bu yüz­den ortaya Kur'an'daki karışıklıklar ve yanlışlıklar çıkmıştır.3

2  Diyanet Vakfı'nın yayımladığı Kur'an'ın A'raf Suresi, ayet 85. ayetiyle ilgili yo­ruma bkz.
3 Bu konuda bkz. İbn alAsir, Kamil, Tornberg Yayımı, c.IV; Yakut, Mıı'cam, Wüstenfeld Yayımı, c.III ve IV; Abu'1Fida, Takvim, Reinaud ve de Slane Yayımı; Burton, The LandofMidıan revisited, 1879, c.II.

Kur'an'da "İbrahim Peygamber'in Babasının Adı "Azer" Olarak Geçiyor; Oysa Yanlıştır: "Azer" Değil, "Terah"tır

Kur'an'da "İbrahim Peygamber'in Babasının Adı "Azer" Olarak Geçiyor; Oysa Yanlıştır: "Azer" Değil, "Terah"tır

Kur'an'da, "İbrahim Peygamber'in, vaktiyle babasını puta tap­maktan vazgeçirmek için şöyle dediği yazılı:

"Vaktiyle İbrahim, babası Azer'e: 'Sen putları kendine bir sü­rü ilah ediniyorsun öyle mi? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir dalal (sapıklık) içinde görüyorum' demişti..." (En'am Suresi, ayet 74.)

Görüldüğü gibi burada adı geçen Azer, İbrahim Peygamber'in babası olarak tanımlanmıştır. Oysa yanlıştır, çünkü İbrahim'in baba­sının adı Azer değil, Terah'tır. Bu yanlışlık, Muhammed'in Yahudi kaynaklarından yaptığı alıntılarla ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki Mu­hammed, Yahudilerin kutsal bildikleri Tevrat ve Talmud gibi kitap­ları bilenlerden bilgi edinirken böyle bir yanılgıya düşmüştür. Şu ba­kımdan ki Tevrat'ta, İbrahim'in babasının adının Terah olduğu bildi­rilmiştir. Talmud'da ise, Terah'ın Elazar adında bir uşağı olduğu ya­zılıdır. Pek muhtemelen Muhammed, "Elazar" adını "Azer" olarak

*En'am Suresi, ayet 74.

anlamış ve Kur'an'a İbrahim'in babasının adı olarak geçirmiştir. Ni­tekim bundan dolayıdır ki, yukarıdaki ayetin mevcudiyetine rağ­men: "Azer, İbrahim'in hakiki (gerçek) bahası değildir" diyenler var­dır. Fakat genellikle İslamcılar, Kur'an'daki bu yanlışlığı örtbas et­mek için, "Azer" ile "Terah" adlarının aynı şey olduğunu ve her iki adın da İbrahim'in babasının adı olarak kullanıldığını söylerler.1

l Elmalılı H. Yazır, age., c.III, s. 1961 vd.; İslam Ansiklopedisi'nde "İbrahim" sözcüğü; ayrıca George Sale, The Koran, s. 126, not:23. London, tarihsiz.


Kur'an'a Bağlı Kalındıkça Sosyal, Siyasal ve Ekonomik (Fikirsel ve Bilgisel) Her Türlü Gelişmeden Yoksun Kalınacağı Hakkında!

Kur'an'a Bağlı Kalındıkça Sosyal, Siyasal ve Ekonomik (Fikirsel ve Bilgisel) Her Türlü Gelişmeden Yoksun Kalınacağı Hakkında!

Her vesileyle tekrarladığımız gibi Batı dünyası, bundan iki bin yıl önce Hıristiyanlığın gelişiyle birlikte "kutsal" diye bilinen kitapların rehberliğini benimsemiş ve böylece varisi bulunduğu eski Yunanın akılcılığından kopup ortaçağ karanlıklarına gömülmüş, gerilikler içe­risinde cebelleşmiş, bu cebelleşmeyle bin beş yüz yılını yitirmiş ve nihayet yine Eski Yunan'ın bilimsel kaynaklarını keşfetmek suretiyle akıl çağına girmiş ve daha önceki uygarlıkları aşarcasına yeni bir bir uygarlık yaratmıştır. Başka bir deyimle din kitaplarının rehberliğin­den kurtulup akılcılığın nimetlerine erişmiştir. On dokuzuncu yüzyı­lın ünlü düşünürlerinden Maurice Maeterlinck:


"Milletlerin tüm felaketlerinin nedeni akılsızlıklarıdır"

der ve şöyle eklerdi:

"Tarih başlangıcından beri düzelmeye yüz tutmamış bu köklü akılsızlığın yanında tüm siyasi ve iktisadi açıklamalar birer edebi süs mesabesinde kalır."

Yirminci yüzyılın en büyük bilginlerinden biri olan Einstein, akılcı eğitime yöneldiği andan itibaren "kutsal" diye bilinen kitap­ların gerçeklere ters düştüğüne ve insan beynini işlemez hale sok­tuğuna inanmıştı ve şöyle derdi:

"Böylece .. .den bir dinselliğe yöneldim, (fakat bu yönelmişliğim) ani olarak on iki yaşımda iken sona erdi. Okuduğum bi­limsel kitaplar sayesinde az geçmeden şu inanca eriştim ki Tevrat ve incil de anlatılanların çoğu) asla doğru olamaz... Her türlü otorite'ye karsı şüpheciliğim bundan doğdu ve bu tutum beni o tarihten bu yana asla terk etmedi..."1

Batı uygarlığını yaratan bilginlerin ve düşünürlerin tekrar et­mekten bıkmadıkları şey hep şu olmuştur ki, insanları fikirsel geliş­me olasılığından, yaratıcı zekadan ve düşünme gücünden yoksun bırakan şeylerin başında "kutsal" diye bilinen din kitapları gelir.Nitekim Batı dünyasının ortaçağ karanlıklarından kurtulup uygarlık çağma girebilmelerinin nedeni, Tevrat ve İncil'in ("Ahdi Atik" ve "Ahdi Cedid") ve benzeri kitapların rehberliği yerine aklın rehber­liğini seçmiş olmaktır. Voltaire bunu, "aklın" "Tanrı" ile yer değiş­tirdiğini söyleyerek özetlemiştir.

İslam dünyası, Batı dünyasının yaptığını yapamadığı (yani vah­yin rehberliği yerine akıl rehberliğini seçemediği) içindir ki ortaçağ karanlıklarından kurtulamamıştır. Kur'an'a bağlı ülkelerin, istisnasız olarak, yeryüzünün en geri kalmış ülkeleri arasında bulunmala­rı, bunun en açık bir kanıtıdır. İslam ülkeleri tarihi şu gerçeği orta­ya vurmaktadır ki Kur'an'a bağlı ve saplı kalındıkça ne akılcılığa ulaşmak, ne gerçek anlamda ilim yapmak, ne demokrasi yaratmak, ne insan varlığını değer ölçülerine kavuşturmak ve ne de insanın in­sana sevgisini oluşturmak mümkündür. Her ne kadar çok kısa bir dönemi içine alan "İslam uygarlığı"ndan söz edilirse, bu uygarlık Kur'an'dan doğma bir şey değildir; Kur'an'ın kaynak olarak kabul edilmesiyle ortaya çıkmış değildir. "İslam uygarlığı" Eski Yunan'ın bilim kaynaklarından etkisiyle oluşmuş bir şeydir. Miladi 8. ile 10.

1  Paul Schilpp, Albert Einstein: PhilosopherSüeniist. Evanston. III. Library ofLiving Philosophers, 1949, s.9. Bu alıntı için bkz. Alice Calaprice (Derleyen), The Quocıtahle Einstein, Princeton, N.J. 1996, s. 159.
2 Bu konuda bkz. İlhan Arsel, Aydın ve "Aydın!"

ya da 11. yüzyıllar arasındaki iki yüz yıllık kısa bir süreyi kapsayan bu gelişme, Eski Yunan kaynaklarından yararlanan İslam bilginleri­nin "zındık", "dinsiz" diye ilan edilmeleri, Eski Yunan bilimlerinin terk edilmesi ve bunlar yerine Kur'an'ın yeniden kaynak edinilmesi sonucu olarak sönüp gitmiştir. O tarihten bu yana da bir daha canlanamamıştır, çünkü İslam ülkelerine, her ilmin Kur'an'da, olup tüm gerçeklere ancak Kur'an yolu ile gidilebileceği zihniyeti egemen ol­muştur. İlginç olan şudur ki, İslam ülkeleri içinde Kur'an'a en fazla ve en sadık şekilde bağlı olanlar, en ziyade geri kalmış olanlardır. Bunun böyle olduğunu anlayabilmek için, günümüzde İslam şeriatının en yoğun ve özüne en sadık şekilde uygulandığı ülkelere, örneğin Afganistan, Suudi Arabistan, İran, Pakistan, Sudan vs. gibi ülkelere şöyle bir göz atmak yeterlidir. Buna karşılık Kur'an'ı, yol gösterici rehber ve kaynak olmaktan çıkaran Atatürk Türkiyesi, yirmi otuz yıl gibi çok kısa bir zaman içerisinde uygarlaşma sürecine gir­miş ve tüm İslam ülkelerinin önüne geçmiştir.

Ay'ın "Münir" (Nurlandıran) ve Güneş'e Üstün Olduğuna İnanmışlık Konusundaki Yanlışlar

Ay'ın "Münir" (Nurlandıran) ve Güneş'e Üstün Olduğuna İnanmışlık Konusundaki Yanlışlar

Arapçada "güneş" ile "ay" sözcükleri, birbirlerine oranla "Kamereyn" deyimiyle tanımlanır ki Ay'ın, Güneş'e üstün olduğu anlamınadır. Zira Kamereyn sözcüğü, aslında Kamerin (yani ayın) çoğul çeki­midir (yani tesniye sıygasıdır) ve "Güneş" sözcüğünü ikinci derecede kılar şekilde içeriktik taşır. Başka bir deyimle "taglib" tarikiyle Ay'ın üstün olduğunu anlatır. Bilindiği gibi "taglib" sanatı "iki şeyden birisi­ni, öbürsüne üstün kılarak zikretmektir (belirtmektir)."1 Bu nedenle Kamereyn sözcüğünden anlaşılmak gereken şey, "Ay"ın, her bakımdan "Güneş" ç, üstün tutulduğudur. Bu da, Arabın İslam öncesi dönemlere inen inançları bakımından doğal bir şeydir. Çünkü söylendiğine göre eskiden Arabistan'da pek çok "tanrılar" vardı ve Araplar bu tanrılara ta­parlardı. Bu "tanrıların" arasında bir de "Ay Tanrısı" bulunmaktaydı, ki diğerlerine nazaran oldukça önemli bir yer işgal etmekteydi. Her ne kadar güneşe ve yıldızlara tapmak gibi geleneklere bağlı bulunmakla beraber Araplar, "Ay Tannsı"na tapmanın özel bir kutsallık taşıdığına inanmışlardı, çünkü "ay" onlar için "kutsal" nitelik taşımaktaydı. Ço­banlıkla geçinen Arap toplumunda aya tapmak, bu kutsallık anlayışın


1 Bu konuda bkz. Sahihi..., c.XI, s.381.

dan doğma bir şeydi; çünkü Bedeviler ay ışığı altında sürülerini, hay­vanlarını otlatmayı kendilerine sağlanmış bir nimet sayarlardı.2 Bun­dan dolayıdır ki Muhammed, Kur'an'a koyduğu ayetlerle Tanrı'yı

"göklere ve yere nur veren, dilediğim nur'una eriştiren" (K. 24, Nur Suresi, ayet 35 )

olarak tanımlarken, Ay'ı da "nur" niteliğinde kılmış, böylece kutsal bir kisveye bürümüştür. Örneğin Yunus Suresi'ne koyduğu bir ayet şöyledir:

"Tanrı O'dur ki güneşi ziya, ayı da nur yapmıştır. Ona (ay'a ve ay'ın gittiği yere) konaklar belirlemiştir..." (Yunus Suresi, ayet 5.)

Yine bunun gibi Nuh Suresi'ne de Tanrı'nın Ay'ı "nur" ve Gü­neş'i ise "çırağ" yaptığına dair ayetler koymuştur (K. 71 Nuh Sure­si, ayet 16). Aynı şekilde Furkan Suresi'ne koyduğu ayetle Tanrı'nın Güneş'i "kandil", Ay'ı ise "nurlandırıcı" olarak yarattığını belirtmiş­tir; ayet şöyle:

"O Tanrı Mübarektir (Yüce'dir) ki, gökte.... kandil (Güneş) ve nurlandıran (münir) Ay yaptı." (Furkan Suresi, ayet 61.)

"Münir" sözcüğü "nur verici" demek olduğu için, büyük din bil­gini Turan Dursun, bu vesileyle şöyle diyor:

"Bu ayette Ay için 'münir', yani 'nur verici' denmesi, Ay'ın bir ışık kaynağı olduğunun anlatıldığını gösterir. Ay'daki ışık, ay­nı zamanda kutsal niteliktedir. Nur sözcüğünün kendinde bu kutsallık anlamı bulunmakta. Bu da Ay'a verilen özel Tanrısal değerden kaynaklanmakta. "3

Ve işte Ay'ın bu kutsal niteliğe sahip olduğu inancıyladır ki Muham­med, Kıyamet saati'ni Ay'a göre ayarlanır sanmıştır. İki parmağı ile ayı ikiye böldüğünü söylerken ve Kur'an'a:

2 Bu konuda bkz. Turan Dursun, Kur'an Ansiklopedisi, c.III, s.75.
3 Turan Dursun, Kur'an Ansiklopedisi, c.III, s.88.

"Kıyamet saati yaklaşır. Ay yarılır..." (Kamer Suresi, ayet 13.)

şeklinde ayet koyarken, Ay'ın Güneş'e üstün olduğu inancıyla hare­ket etmiştir. Oysa akılcı bilimlerin ortaya vurduğu gerçek şudur ki, üstün olan Ay değil fakat Güneş'tir; zira Ay, Güneş'in ikinci derece­deki bir uydusudur (peykidir). Bu bilimsel gerçek daha eski Yunan ve Roma uygarlıkları zamanında da bilinen şeylerdendir. Ancak bunun böyle olduğundan habersiz bulunduğu içindir ki Muhammed, Ay'ı ikiye yardığını söyleyerek mucize yarattığını anlatmış ve bunu "Pey­gamberliği" nin bir kanıtı yapmaya çalışmıştır. Eğer Güneş'in Ay'a oranla yerini, önemini ve üstünlüğünü bilebilmiş olsaydı, Ay'ı ikiye yarıyor görünmektense, muhtemelen Güneş'i yarmış görünmek iste­yecekti. Fakat her ne olursa olsun Ay'ın Güneş'e üstünlüğünü öne sürmekle doğa bilimlerinin ortaya vurmuş olduğu gerçeklere ters düşmüş, Kur'an'daki yanlışlıklara sebep olmuştur.

1700 Yıl Arayla Yaşadıkları Kabul Edilen İki Ayrı "Meryem" (İsa'nın Anası "Meryem" ile Musa'nın Ve Harun'un Kız Kardeşleri Olan Meryem

1700 Yıl Arayla Yaşadıkları Kabul Edilen İki Ayrı "Meryem" (İsa'nın Anası "Meryem" ile Musa'nın Ve Harun'un Kız Kardeşleri Olan Meryem

Kur'an'da Meryem adında iki kadından söz edilir ve her ikisi de "kutsal" olarak tanımlanır. Bunlardan biri

 İsa'nın anası olan Mer­yem'dir, diğeri ise Musa ile Harun'un kız kardeşleri olan Meryem! İsa'nın anası olan "Meryem"in adı Kur'an'da 34 kez geçer1 ve öylesine önemli bir yer işgal eder ki çoğu kez İsa'dan söz edilirken, "Meryem'in oğlu İsa" diye söz edilir. Örneğin Maide Suresi'nde Tanrı'nın İsa'ya:

"Ey Meryem oğlu İsa..." (Maide Suresi, ayet 110, 116117; 7276) diye hitap ettiği görülür; Bakara Suresi'nde:
"Meryem oğlu İsa'ya da belgeler verdik..." (Bakara Suresi, ayet 87, 253; Nisa Suresi, ayet 155158)

dediği yazılıdır. Ne ilginçtir ki Muhammed, kendi öz anasının adı­nı Kur'an'da asla zikretmediği (ve hatta Tanrı'nın kendisine anası için mağfiret dileme iznini vermediğini söylediği) halde, İsa'nın

l Bu  konuda bkz. Turan Dursun, Kur'an  Ansiklopedisi, c.VIII, s. 154 vd.

anası Meryem'i pek yüce ve pek kutsal nitelikte olmak üzere tanım­lamıştır Kur'an'da. Örneğin Âli İmran Suresi'ne koyduğu bir ayette, Tanrı'nın meleklerinin Meryem'i şöyle yücelttiklerini belirtmiştir:
"Melekler şöyle demişti: 'Ey Meryem! Allah seni seçip temiz­ledi, dünyaların kadınlarından seni üstün tuttu..." (Âli İmran Suresi, ayet 42246.)

Meryem Suresi'ne koyduğu bir ayetle de Tanrı'nın İsa'ya, anası­na iyi davranması için emir verdiğini bildirmiştir:

"Meryem çocuğu (İsa'yı) gösterdi... Çocuk: '... (Allah) bana Ki­tap verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı ve zekat ver­memi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zor­ba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim gün­de bancı selam olsun' dedi..." (Meryem Suresi, ayet 2933.)

Hemen ekleyelim ki Muhammed, Meryem'i (ve oğlu İsa'yı) kut­sal niteliklerle gösterirken onları Hıristiyan olarak değil fakat Müs­lüman olarak tanıtmıştır.2 Tanıtırken de Tanrı'nın Meryem'i dünya­nın kadınlarına üstün tuttuğunu bildirmiştir.

Ne var ki bunu yaparken, İsa'nın anası Meryem ile, Musa'nın ve Harun'un kız kardeşleri olan Meryem'i birbirleriyle karıştırmış ve örneğin Kur'an'a şu ayetleri koymuştur:

"Nihayet (Meryem, İsa'yı kucağında) taşıyarak kavmine getir­di. Dediler ki: 'Ey Meryem! Hakikaten sen ilginç bir şey yaptın. Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildir; annen de iffetsiz değildir..." (Meryem Suresi, ayet 2728.)

Dikkat edileceği gibi ayette, İsa'nın anası olan Meryem ile Ha­run'un kız kardeşi olan Meryem aynı kimseymiş gibi gösterilmiştir. Oysa dinsel kaynakların bildirmesine göre bu iki Meryem, birbirlerin­den
l700 yıl arayla yaşamışlardır. İmran'ın kızı (ve aynı zamanda Ha­run ile Musa'nın kız kardeşleri olan) Meryem, Musa'nın Nil Nehri'ne

2 Bu konuda bkz. İlhan Arsel, İslama Göre Diğer Dinler.
bırakılması ve sonra Firavun'un karısı tarafından sudan kurtarılması     olaylarında rol oynayan bir kimsedir. Ancak Harun'un kız kardeşi olan     bu Meryem'in, İsa adında bir çocuğu olmamıştır. İsa, bu tarihten l 700 yıl sonra yaşayan ve Yusufun (Joseph 'in) karısı olan Meryem'in oğlu­dur. Bu böyle olduğu halde Kur'an'da bu iki Meıyem, biraz önce be­lirttiğimiz gibi, bir tek Meryem olarak tanıtılmıştır. Bunun böyle oldu­ğunu anlatan bir diğer ayet, Tahrim Suresi'nde şöyle diyor:

"Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misal­dir. Ona ruhumuzdan üflemistik" (K. 66, Tahrim Suresi, ayet 12).

Buradaki "Ona ruhumuzdan üflemistik" sözlerinden anlaşılmak gereken şey Tanrı'nın Meryem'e bir oğlan çocuk bağışladığının ifa­desidir. Hikaye odur ki güya bu Meryem, hiç kimse ile cinsi müna­sebette bulunmadığı halde İsa'ya gebe kalmıştır. Olayın Kur'an'da ("Meryem" Suresi'nde) anlatılışına göre Cebrail, bir gün insan kılı­ğında Meryem'e görünür ve ona:

"Ben, temiz bir oğlan bağışlamak için Rabbinin sana gönderdiği elçiden başkası değilim" (K. 19, Meryem Suresi, ayet 1619)

der. Meryem de kendisine:

"Bana bir insan temas etmemişken, ben kötü kadın da olmadığım halde, nasıl oğlum olabilir" (K. 19, Meryem Suresi, ayet 20)

diye karşılık verir. Bunun üzerine Cebrail, kendisine mucizeler ya­ratan Tanrı'nın emriyle bu işin olup biteceğini bildirir. Bildirmesiyle birlikte Meryem oğlana gebe kalır ve o haliyle uzakça bir yere çekilir. Doğum sancılarıyla bir hurma ağacının dibine sığınır. Bu sı­rada bir ses kendisine der:

"Sakın üzülme, Rabbin içinde bulunanı şerefli kılmıştır. Hur­ma ağacını kendine doğru silkele, üstüne taze hurma dökül­sün. Ye iç gözün aydın olsun, insanlardan birini görecek olur­san: 'Ben Rahman'a oruç adadım, bugün hiç bir insanla ko­nuşmayacağım' de" (K. 19, Meryem Suresi, ayet 2126).

Daha sonra Meryem çocuğu alıp kavmine getirir. Fakat kavmi­nin insanları bu çocuğun gayri meşru doğmuş olduğunu söyleyerek, kendisine sitemde bulunurlar ve şöyle derler:

"Meryem utanılacak bir şey yaptın. Ey Harun'un kız kardeşi! Baban kötü bir kimse değildi; annen de iffetsiz değildi..." (K. 19, Meryem Suresi, ayet 2728.)

Görülüyor ki Kur'an'ın bu ayetinde İsa'nın anası olan Meryem, sanki İmran'm kızı ve Harun'un kız kardeşiymiş gibi gösterilmiş ve Tanrı'nın ona "Ruhumuzdan üflemiştik" diye konuştuğu bildirilmiş­tir. Oysa ki İmran adı Amram'ın Arapça telaffuzudur ve Amram da Yahudilerin Mısır'da bulundukları dönemde Levi kızı Yokebed'in kocasıdır. Eski Ahit'e (Ahdi alatik'e) göre Yokebed'in Amram'dan (ikisi erkek, biri kız) üç çocuğu olmuştur, ki adları "Musa", "Ha run" ve "Miriam"dır (bkz. Tevrat/ Sayılar, Bap 26: 59). "Miriam" adı Arapçada "Meryem" olarak telaffuz edilir. Bundan dolayıdır ki Harun'un kız kardeşi olan Meryem (Miriam) ile İsa'nın anası olan Meryem, aynı kimseymiş gibi Kur'an'a girmiştir. Ne var ki İsa'dan l 700 yıl önce3 yaşadığı kabul edilen ve Harun'un kız kardeşi olan İmran kızı Meryem'in İsa adında bir çocuğu olmamıştır.

İsa'nın anası olan Meryem'e, gelince o, incil'in bildirmesine gö­re, Yakub'un oğlu Yusuf'un karışıdır. Fakat burada adı geçen Yakub'u İbrahim "Peygamber'in" torunu olan İshak'ın oğlu Yakub ile karıştırmamak gerekir; yine bunun gibi Meryem'in kocası olan Yu­suf u, daha önceki devirlerde yaşadığı kabul edilen "Yusuf Peygam­ber" ile karıştırmamak gerekir (bkz. Tevrat/Sayılar, Bap 26: 59). İsa'nın anasının kocası olan Yusuf, Matta'nın oğludur (bkz. Mat­ta ya göre İncil; Bap 1:116). Öte yandan İsa'nın anası olan bu Mer­yem'in "Harun" adında bir erkek kardeşi yoktur. Mes'udi ya da Ta­beri gibi kaynaklara göre bile Meryem'in, Harun adında değil fakat, olsa olsa İşba adında bir kardeşi vardır.4

3 Bazılarına göre l 570 yıl, bazılarına göre de l 800 yıl önce.
4 Mes'udi'nin, Muruc, c.l, s.120 ve Taberi, Taf'sir, c.III, s. 144 adlı yapıtlarından ak­tarma olarak İslam Ansiklopedisi'nde "Meryem" bahsine bkz. c.VII, s.783.
Görülüyor ki Kur'an oldukça büyük bir hataya yer vemiştir ki o da İsa'nın anası olan Meryem'i, yüz yıllar önce yaşadığı kabul edi­len Harun'un kız kardeşi olan Meryem ile karıştırmış olmaktır (K. 19, Meryem Suresi, ayet 2728).

Kur'an 'daki Bu Hatayı Örtbas Etme Çabaları

Kur'an'da yer alan bu yanlışlığı örtbas etmek için Müslüman ya­zarlar çeşitli kurnazlıklara başvururlar; genellikle farklı dönemlerde yaşamış iki ayrı İmran ve bu iki ayrı İmran'dan olma iki ayrı Mer­yem faraziyesine yönelirler.5 İddia ederler ki "peygamberler" (Enbi­ya) tarihinde iki ayrı Âli İmran vardır: Bunlardan birisi Musa ile Ha­run'un babalan olan İmran'dır ve bu İmran'm ayrıca Meryem (Miri­am) adında bir kızı olmuştur; bu Meryem, Musa ile Harun'un ablala­rıdır. Diğer İmran ise, İsa'yı doğuran Meryem'in babası olan İm­ran'dır.6 Güya bu İmran'm Hanne adında bir karısı vardır ve Hanne, Meryem'e hamileyken vefat etmiştir.7 Meryem'e hamile kalışı ve onu doğurması ile ilgili olaylar Kur'an'ın Âli İmran Suresi'nin 3337 ayetlerinde anlatılmıştır. Bu anlatışa göre güya Hanne, karnındaki "hamli" (yükü) Tanrı'ya adadığını ve ona Meryem adını verdiğini söyler ve onu şeytandan koruması için Tanrı'ya havale eder. Tanrı da Meryem'i Zekeriyya'nın himayesine bırakarak ona bol rızık verir. Da­ha sonra Meryem, güya Tanrı'nın "kelimesi" ve "Ol" demesiyle İsa'ya hamile kalır (Âli İmran Suresi, ayet 4244).

Ancak hemen belirtelim ki Müslüman yazarlar, İsa'nın anası Meryem'le ilgili olarak Kur'an'da yer alan yanlışı gidermek isterler­ken, bu kez daha fahiş bir yanlışa düşmüşlerdir. Bir kere İsa'nın anası Meryem'in ne "İmran" adında babası ve ne de "Hanne" adın­da anası vardır. Hanne, olsa olsa Tevrat'ın "Birinci Samuel" bölü

5 Bu konuda bkz. Sahihi..., c.IX, s. 166, Not 3.
6 İbid.
7 Sahihi..., c.IX, s.165.

münde adı geçen "peygamberin" anasının adıdır. Çünkü Tevrat'a gö­re Hanne, Efraim dağlığında yaşayan "Elkana"nın eşidir. Uzun za­man çocuğu olmamış ve nihayet Tanrı'ya yaptığı dualar ve yalvarma­lar sonucunda güya bir oğlan çocuk doğurmuş ve adını Samuel koy­muştur ki, İsrailoğulları tarihinde "Birinci Samuel" diye bilinir.

Öte yandan Kur'an'ın Meryem Suresi'nde İsa'nın doğumu ile il­gili olay anlatılırken aynen söyle denmekte:

"(Meryem) Çocuğu alıp kavmine getirdi, onlar: 'Meryem! Utanılacak bir şey yaptın. Ey Harun'un kız kardeşi. Baban kö­tü bir kimse değildi..." (K. 19, Meryem Suresi, ayet 2734.)

Görüldüğü gibi, İsa'nın anası olan Meryem, Kur'an'ın bu ayetin­de Harun'un kız kardeşi olarak tanımlanıyor. Oysa Harun, biraz ön­ce belirttiğimiz gibi, İsa'dan l 700 (ya da l 570) yıl önce yaşadığı kabul edilen bir kimsedir. Nitekim biraz önce belirttiğimiz gibi, Mes'udi ve Taberi gibi Müslüman yazarlar bile İsa'nın anası Mer­yem'in, sadece İşba adında bir kardeşi olduğunu söylemekteler! Bundan başka bir de şu var ki Kur'an'da:

"Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misal­dir. Ona ruhumuzdan üflemiştik" (K. 66, Tahrim Suresi, ayet 12)

diye yazılıdır. Buradaki "ruhumuzdan üflemiştik" sözleri, Mer­yem'in İsa'ya hamile kalmasının ifadesidir. Bundan dolayıdır ki Kur'an 'a göre, Meryem, kendisine "Kötü bir şey yaptın" diyenlere:

"Bana bir insan temas etmemişken, ben kötü kadın da olmadığım halde, nasıl oğlum olabilir" (K. 19, Meryem Suresi, ayet 20)

diye konuşmuş görünmektedir. Oysa ki Harun'un kız kardeşi olan Meryem için böyle bir şey esasen söz konusu değildir.

Bütün bunlardan anlaşılan şu ki, Harun'un kız kardeşi olan Mer­yem ile İsa'nın anası Meryem, Kur'an'da birbirleriyle karıştırılmış olarak tanımlanmışlardır.

"Samiri" ve "Zü'1-Kifl" Adlarının Kur'an'a Yanlış Şekilde ya da Ne Oldukları Bilinmeden Alınmış Olmaları Hakkında

"Samiri" ve "Zü'1-Kifl" Adlarının Kur'an'a Yanlış Şekilde ya da Ne Oldukları Bilinmeden Alınmış Olmaları Hakkında


Kur'an'ın TaHa ve Enbiya surelerinde "Samiri" ve "Zü'lKifl" adları geçer. Fakat l 400 yıl boyunca İslam bilginleri ve yorumcu­ları, bu adların kime ve neye ait olduğunu bir türlü çözememişler­dir; herkes kendine göre bir tahmin yürütmüştür. Anlaşılan o ki Mu­hammed (ya da Kur'an'ı derleyenler), Yahudilerden ya da Hıristi­yanlardan duydukları masalları yanlış bir değerlendirmeyle Kur'an'a, geçirmişlerdir. Şöyle ki:

Kur'an'ın çeşitli surelerinde bölük pörçük olmak üzere Musa ile ilgili olaylar anlatılır. Anlatılırken de Musa'nın Tanrı ile görüşmek üzere dağa çıktığı ve kavminin yönetim işlerini Harun'a (yani kar­deşine) bıraktığı ve bu arada İsrailoğullarının Tanrı'yı unutup buza­ğı heykeline taptıkları hususu ile ilgili bir hikayeye değinilir. Güya Samiri adında bir kişi İsrailoğullarını kandırıp doğru yoldan çıkar­mış ve bu şekilde davranmaya sürüklemiştir. Bu hikaye Kur'an'ın A'raf ve TaHa surelerinde olmak üzere iki ayrı yerde geçer.

A'raf Suresi'nde anlatılanlara göre Musa, Tür Dağı'na gittiğinde, kavminin yönetimi işini kardeşi Harun'a bırakır. Fakat kavminin in­sanları, Musa'nın yokluğunda ziynet eşyası diye ne varsa her şeyi ateşte eriterek bir buzağı heykeli yaparlar ve Tanrı'yı unutup bu heykele tapmaya başlarlar (K. 7, A'raf Suresi, ayet 148). Onları böyle yapmaya Samiri adında biri kandırmıştır. Bunu öğrenen Musa üzgün bir şekilde kavmine dönünce:

"Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız!"

diyerek yakınır ve bütün bunlardan kardeşi Harun'u sorumlu tutar (K. 7, A'raf Suresi, ayet 150). Fakat Harun:

"Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüre­ceklerdi" (K. 7, A'raf Suresi, ayet 150)

diyerek mazeret diler. Bunun üzerine Musa:

"Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla" (A'raf Suresi, ayet 151)

diye yalvarır. Bunun üzerine Tanrı şöyle der:

"Buzağıyı (Tanrı) edinenler var ya, işre onlara mutlaka Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız" (A'raf Suresi, ayet 152).

Bunun üzerine Musa'nın kavmi, yaptıklarından pişman olup:

"Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz" (A'raf Suresi, ayet 149)

diye yalvarırlar.

Bu yukarıdaki hikaye, Kur'an'ın diğer bir yerinde TaHa Sure­si'nde yine ele alınmıştır. Fakat burada Tanrı, bir ateş başında Mu­sa'yı karşısına alıp ona olan bitenleri anlatmaktadır. Bu surenin do­kuzuncu ayetinden yüzüncü ayetine kadar olan kısımda Tanrı Mu­sa'ya küçükken anası tarafından nasıl bir sandığa konularak suya bı­rakıldığını, Firavun'un sarayına nasıl alındığını, kardeşi Harun ile birlikte İsrailoğullarına nasıl önder kılındığını uzun uzadıya anlatır. Bu arada bir de Samiri adında birinden söz eder. Şu vesileyle ki Sa­miri güya İsrailoğullarının putperestlik geleneklerini sürdüren bir kimsedir. Halkı Musa ile Harun'un yaymak istedikleri "hak" dinin­den uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Ve işte Samiri adındaki bu kişi, bir aralık Musa'nın Tanrı'dan vahiy almak üzere Tur'a giderken kav­minin başına kardeşi Harun'u bırakmış olmasını fırsat bilerek, böğüren bir buzağı heykeli yapar ve halka onun "Tanrı" olduğunu an­latır; başarılı da olur, çünkü halk ona inanmıştır; hem de öylesine ki, çoğu ziynetlerini eritip buzağı heykellerinin yapımına katılırlar (K. 20, TaHa Suresi, ayet 87). Bunu gören Harun, halkı buzağı heykeline tapmaktan vazgeçirmek ister ve şöyle der:

"Ey kavmim! Siz bunun (Samiri'nin) yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Al­lah'tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz" (TaHa Suresi, ayet 90).

Bunun üzerine halk şöyle der:

"Biz... Musa aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz" (K. 20, TaHa Suresi, ayet 91)

Bu arada Tanrı, olan bitenlere tanık olmakla Musa'ya karşı öfkelenir:

"Seni acele ile kavminden ayrılmaya sevk eden nedir, ey Mu­sa!" (K. 20, TaHa Suresi, ayet 85)

diye ona çatar. Bunun üzerine Musa üzüntülü olarak kavmine döner ve Tanrı'nın yolundan ayrıldıkları için halkı azarlar (K. 20, TaHa Suresi, ayet 86). Sonra da Samiri'ye dönerek:

"Ya senin zorun nedir, ey Samiri? "

der. Samiri de ona:

"Ben onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi" (K. 20 TaHa Suresi, ayet 96)

der. Anlatmak ister ki Musa'nın yanına gelen Cebrail'in atının bas­tığı topraktan bir avuç alıp ateşe atmış, yani Tanrı'nın ilham ettiği ilmi, bu şekilde kötüye kullanmıştır (TaHa Suresi, ayet 96)1 Bunun üzerine Musa:

"Defol! Artık hayatın boyunca 'Bana dokunmayın' diyeceksin. Ayrıca senin için kurtulamayacağın bir ceza günü var..." (TaHa Suresi, ayet 97)

l TaHa Suresi, 96. ayetinin açıklaması için bkz. Türkiye Diyanet Vakfı, Kur'an'ı Kerim ve Açıklamalı Meali, s.317.

diyerek Samiri'ye lanetler yağdırır.

Biraz önce belirttiğimiz gibi yukarıdaki ayetlerde geçen Samin'nin kim olduğu hakkında Muhammed herhangi bir bilgi vermiş değildir. Beyzevi gibi ünlü kaynakların yorumlarına göre Samiri, İs­railoğullarının Samire (ya da "Samiriler") kabilesine mensup bir kim­sedir. Ne var ki Yahudi kaynakların bildirmesine göre o tarihlerde "Samire" (ya da "Samiriler") kabilesi diye bir kavim yoktur ortada. Daha doğrusu Samirelerin kabile haline gelmeleri çok daha sonraki bir tarihe rastlar. Bazı bilginler (örneğin Şeklen adında yabancı bir yazar), "Samiri" adının İbranice "Shamar" kökünden geldiğini ve "Shamar" sözcüğünün ise "muhafız" (koruyucu) demek olduğunu ve şu hale göre bu adın Harun'a, izafetle kullanıldığını söyler. George Sale gibi bilim adamları, Selden'in bu açıklamasını mantıklı bulurlar, çünkü Musa'nın Tanrı ile görüşmek üzere dağa çıktığı sırada kardeşi Harun'un İsrailoğullarına "koruyuculuk" yapmakta olduğunu belirtir­ler. Ve o tarihlerde Samirelerin (Samaritanların) henüz kabile halini almadıklarını kanıtlamak üzere, Samiri adının "Samire kabilesine mensup kimse" şeklinde kabul edilemeyeceğini söylerler.2

Hatırlatalım ki Hıristiyanların kitabı olan İncil'de, Samiriyeli lerin isa'yı kendi köylerine kabul etmedikleri yazılıdır (bkz. Luka gö­re İncil, Bap 9: 52). İncil'in bir diğer kitabında da Samiriye'den bir kadının, kendisinden su isteyen İsa'ya:

"Sen bir Yahudi, ben de Samiriyeli bir kadınken, nasıl benden su istiyorsun?"

diyerek su vermekten kaçındığı anlatılmıştır (bkz. Yuhanna'ya göre İncil, Bap: IV: 78).

Anlaşılan o ki Muhammed, Samiri adını Yahudilerden ve Hıris­tiyanlardan duymuş ve fakat onunla ilgili hususları değiştirerek ya da yanlış olarak Kur'an'a koymuştur.

***

2 George Sale, The Koran, Translated Into English Fronı the Original Arabie, s.310, Not 7.

Öte yandan Kur'an'ın Enbiya ve Sad surelerinde adı geçen Zii'lKifl konusunda da yanlışlıklar vardır. Öyle anlaşılıyor ki Muham­med'e katiplik edenler ya da Kur'an'ı derleyenler, Zü'1Kifl adının kime ait olduğundan habersizdiler ve muhtemelen Yahudi din adamlarından duydukları bir peygamber adını yanlış telaffuz ederek (örneğin Yeşu ya da Zekeriya adını, Zü'IKifl yaparak) Kur'an'a sok­muşlardır. Nitekim Enbiya Suresi'nde şöyle yazılı:

"(Ey Muhammed!) İsmail'i, İdris'i ve Zii'lKifl'i de (yad et). Hepsi de sabreden kimselerdendi. Onları rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi" (K. 21, Enbiya Sure­si, ayet 8586).

Sad Suresi'nde de bunun tekrarı var:

"İsmail'i, Elyesa'yı, Zü'lKifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir" (K. 38, Sad Suresi, ayet 48)

İslam bilginleri bu ayette geçen Zü'lKifl adının kime ait bulundu­ğu hususunda anlaşamazlar. Kimisi "önceki peygamberlerden biridir" der, kimisi "sabreden kullardan biridir" der, kimisi "Allah indinde en hayırlı olarak seçilmiş kişilerden biridir" der. Beyzevi gibi ünlü yorum­cular yukarıdaki ayetlerde geçen Zii'lKifl'm Yahudi peygamberlerin­den Yeşu, Elias ya da Zekeriya olduğunu söyler. Süyuti gibi yorumcu­lar ise bunun, dinsel görevlere çok bağlı ve devamlı olarak oruç tutan biri olduğunu bildirirler. Mucahid'e isnat edilen rivayette Zü'lKifl, Ya­hudi peygamberlerinden Elyesa 'nın halefi olarak gösterilir. Bazıları onu Eyyüp Peygamber'in oğlu "Şeref olarak tanımlar.3 Taban ise "Tafsir" adlı yapıtında Zü'lKifl'in peygamber değil "salih bir kul" ol­duğunu söyler; güya peygamberden birinin işlerini sadık bir şekilde gördüğü için Tanrı'nın rahmetini kazanmıştır.

Fakat her ne olursa olsun bu ad konusunda İslam bilginleri ve yorumcuları farklı ve genellikle yanlış görüşler belirtirler.

3 Elmalılı H. Yazır, age, c.V, s.4103.

Şeriatçılar, Kur’an’da Çelişki Yokmuş Kanısını Yaratmak Amacıyla, Bazı Ayetlerin, Bazı Ayetler Tarafından İlga Edildiğini Öne Sürülmesi

Şeriatçılar, Kur’an’da Çelişki Yokmuş Kanısını Yaratmak Amacıyla, Bazı Ayetlerin, Bazı Ayetler Tarafından İlga Edildiğini Öne Sürülmesi

Yukarıda değindiğimiz gibi, şeriatçılara göre, Kur’an’da çelişme diye bir şey “yoktur” ve “olamaz”’, çünkü, “Kur’an Tanrı sözleridir ve Tanrı çelişmeli şekilde konuşmaz.”. Bu nedenle, “Kur’an’da çelişme ya da tutarsızlık vardır” diyenleri Tanrı’ya küfür savurmakla suçlarlar. Oysa Kur’an’da çelişki olduğu oltadır ve bunun birçok örneğinden bazılarını yukarıda gördük; ilerdeki bölümlerde daha da göreceğiz.

Fakat, şeriatçılar, Kur’an’da çelişki yokmuş kanısını yerleştirmek üzere, bir yandan yukarıdaki şekilde konuşurken, diğer yandan başka bir taktiğe başvururlar ki, o da, bazı ayetlerin, diğer bazı ayetlerle ortadan kaldırıldığını öne sürmektir. Böylece çelişkili nitelikte ayet bulunamadığı kanısını yaratmak isterler. Yani onların söylemelerine göre, Kur’an’da, hem “geçerli” hem de “geçersiz” ayetler vardır; “geçersiz”ayetler Tanrı tarafından ortadan kaldırılmış olan ayetlerdir. Ve işte güya bundan dolayıdır ki, ayetler arasında çelişme olduğu görüntüsü bulun­maktadır. Dayanak olarak da, Tanrı’nın bunu açıkça bildirdiğini ve “Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi in­direceğini çok iyi bilir-...” (Nahl Suresi, ayet 101) şeklinde ayetler indirdiğini öne sürerler. Oysa, bu ayet, Muhammed’in günlük siyasetinin bir sonucu olmak üzere, yine onun tarafından konmuştur! Şu bakımdan ki, biraz yukarıda da belirttiğimiz gibi, Muhammed, birbirine ters düşen buy­ruklarla taraftarlarını şaşkına çevirdiği zaman, bazı kişiler Muhammed’i “iftiracı” olarak suçlamışlar ve şöyle konuşmaya başlamışlardır:
“Muhammed bugün emrettiğini yarın yasaklayarak ashabıyla alqy ediyor.”
Ve işte onların bu şekildeki konuşmalarına karşı ‘Muhammed, Tanrı’nın çelişkili şekilde buyruk göndermediğini, sadece bir ayeti bir başka ayetle değiştirdiğini söylemiş ve Kur’an’a şu ayeti koymuştur: “Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- (onlar) ‘Sen ancak bir iftiracısın’ dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler...” (Nahl Su­resi, ayet 101).
Böylece Tanrı’nın, zamana, şartlara ve ihtiyaca göre iş gördüğünü anlatmak istemiştir. Ve işte Kur’an’da, çelişme olmadığını “öne sürenler, Muhammed’in bu mantığına sarılarak Tanrı’yı bir doktora benzetirler; nasıl ki doktor, hastasının ilacını onun sağlık durumuna göre değiştirir ise, Tanrı’nın da öyle yaptığını öne sürerler ve şöyle derler:
“(Ayetleri) Nesh ve değiştirme, kulların maslahatına, ihtiyaçlarına göre Allah’ın bir lütfü olarak gerçekleşir. Bu durum, bir doktorun hastasına, tedavisinin seyri boyunca bir ilaç vermişken, değiştirip başka bir ilaç vermesine benzer...”’
Görülüyor ki, şeriatçılar,  “Yaratan” ve “Hiçbir zaman ve hiçbir. şekilde yanılmayan”, “Her gizli şeyi önceden bilen “ olarak tanımladıkları Tanrı’yı, “fani” ve “yaratma gücü olmayan” ve üstelik “yanılabilir” bir insana (doktora) benzetmekle, Tanrı fikrini zedelediklerinin .farkında değillerdir. Söylemeye gerek yoktur ki, bir doktor, sınırlı bilgiye sahip olduğu için, tedavi etmekte olduğu hastasına isabetli şekilde ilaç vermemiş olabilir; bu nedenle verdiği ilacı değiştirip onun yerine bir başka ilaç verebilir. Oysa Muhammed’in tanımladığı Tanrı bakımından durum başkadır; çünkü, onun tanımına göre Tanrı, hiçbir konuda ve hiçbir şekilde “yanılmayan” bir “Yaratan”dır; yaptığı işin sonucunu önceden hesaplayan bir Tanrı’dır; üstelik yarattığı her şeyin kaderini oluşturandır. Yanılmayan bir Tanrı’nın, yanılgıya kapılarak ayet koyabileceğini ve sonra “yanıldım” diyerek bunu bir başka ayetle değiştirebileceğini ya da

1 Diyanet Vakfı’nın, Nahl Suresi’nin 101. ayetiyle ilgili açıklamasına bakınız.

“Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman...” (Nahl Su­resi, ayet 101) diyebileceğini düşünmek, Tanrı’yı insan şeklinde bir“yaratık” olarak kabul etmek olur ki, bu da Tanrı fikrini reddetmek ve küçümsemek anlamına gelir.
Kaldı ki, “Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman...” (Nahl Suresi, ayet 101) şeklindeki ayeti, Muhammed, kendi çıkarlarına ve günlük siyasetindeki gelişmelere göre verdiği buyruklar arasındaki çelişkiler nedeniyle Kur’an’a. koymuştur. Şu bakımdan ki, bu buyruklar, çoğu zaman birbiriyle çatışır nitelikte şeylerdi. Örneğin, bir gün emrettiği bir şeyi. bir başka gün yasakladığı olurdu. İçki yasağı bunun ilginç örneklerinden biridir. Şarap içimine önce izin vermişken (Nahl Suresi, ayet 67) daha sonra bu izni kısıtlamış (Bakara Suresi, ayet 219; Nisa Suresi, ayet 43) ve nihayet şarap içimini bütün bütün yasaklamıştır (Maide Suresi, ayet 90). İçkiyi kesin olarak yasaklamasının nedeni, içkili kişilerin kendisine kafa tutabilir olduğunu, bu nedenle otoritesinin sarsılabileceğini görmüş ve anlamış olmasındandır.2 Yine bunun gibi kıble yönünü Kudüs’e (Beyt-i Makdis’e) çevirmişken, daha sonra tekrar Mekke’ye (Mescid-i Haram’a, yani Kabe’ye) yöneltmiştir. Kıbleyi Kudüs yönüne çevirmesinin nedeni Yahudileri kendisine çekmekti; fakat onları kazanamayacağını anlayınca kıbleyi tekrar Mekke yönüne çevirmiştir (Bakara Suresi, ayet 115, 142-145). Yine aynı şekilde, henüz güçsüz durumda olduğu dönemde savaş ve saldırıya izin vermezken, güçlendikten sonra taraftarlarını savaşlara sürüklemiştir.
Ve işte bundan dolayıdır ki, kendisine karşıt olanlar, “Muhammed bugün emrettiğini yarın yasaklayarak ashabıyla alay ediyor” şeklinde konuşarak onu güç durumda bırakmaya çalışmışlardır. Muhammed, onları susturmak için, buyrukların Tanrı’dan geldiğini ve ayetleri değiştirenin Tanrı olduğunu belirterek, Kur’an’a, yukarıda belirttiğimiz, “Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- (onlar) ‘Sen ancak bir iftiracısın’ de­diler. Hayır, onların çoğu bilmezler...” (Nahl Suresi, ayet 101) şek­lindeki ayeti koymuştur.
***
2 Bu konuda bakınız “Şeriat’tan Kıssalar”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1996,

Muhammed, Kur’an’da çelişki yokmuş kanısını pekiştirmek üzere, ayetlerin Tanrı tarafından konup Tanrı tarafından kaldırıldığını (ilga edildiğini) ya da başka ayetlerle değiştirildiğini söylerken, kaldırılan (ılga edilen) ayetlerin üç çeşit olduğunu bildirmiştir: Bunlardan bir kışını metni ve anlamı ilga edilen ayetlerdir ki, bunlar arasında Malik İbn Enes’in söylemesine göre, Tevbe Suresi’ne konup da, sonra çıkarılan şu ayet vardır:
“Eğer Adem’in bir oğluna altından iki nehir verilmiş olsaydı, üçüncüye tamah ederdi; üç altın nehir verilseydi, dördüncüye tamah ederdi; (bu nedenle) onun midesi sadece toz ile doldurulacaktır. Tanrı onu tövbekar yapacaktır.”
Bu konuda bir başka örnek olarak Abdullah İbn Mes’ud’un sözleri hatırlatılır; güya Muhammed, Tanrı’dan vahiy geldi diyerek ona bir ayet yazdırmış, fakat ertesi gün Abdullah bu ayeti yerinde bulamayınca Muhammed’e ne olduğunu sormuş, Muhammed de ayetin aynı gece ilga edildiğini söylemiştir!3
İlga edildiği öne sürülen ikinci kısım ayetler, metni ilga edilip de anlamı kalanlardır ki, bunlar arasında “recm” ayetleri vardır. Ömer bin Hattab’ın söylemesine göre, güya Muhammed’in hayatta olduğu süre boyunca, zina edenin taşlanarak öldürülmesine dair ayet varmış ve bu ayet şöyleymiş:
“Eğer bir erkek ile bir kadın zina ederlerse, her ikisi de taşlanarak öldürülmelidir; bu Tanrı tarafından emredilen bir cezadır...”
Fakat, Muhammed’in ölümünden sonra ayetin metni bulunamamış, bu nedenle sadece anlamı kalmış imiş.4
Nihayet üçüncü bir grup olarak, anlamı ilga edilip de metni kalan ayetler vardır ki, bunlar, yine güya, 63 sureye yayılmış olup, sayıları 225’tir. Aralarında kıblenin Kudüs yönüne doğru olduğuna dair olanları vardır.5

3 Sale, Preliminary Discourse, s.47-48.
4 İbid.
5 İbid.


Yine tekrar edelim ki, Kur’an’daki bazı ayetlerin, diğer bazı ayetlerle ortadan kaldırıldığı doğrudur; fakat bu eylemler, Muhammed’in kendi günlük siyasetinin sonuçlan olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin, Medine’ye göç (hicret) ettikten az sonra, Yahudileri kazanmak, kendisine inandırmak, için, kıble yönünü Kudüs yapmış ve Kur’an a., “Doğu ve Batı Allah’ındır, nereye dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır” (Bakara Suresi, ayet 115) şeklinde ayet koymuştur. Böylece Müslümanları, o zamana kadar Mekke’deki Kabe yönüne doğru ibadet ederlerken, birdenbire Kudüs’e yönelik olarak ibadet ettirir olmuştur. Bu uygulamaya, Hicret’in 16. ve 17. aylarına kadar devam etmiştir. Fakat, Yahudileri Müslüman yapamayacağını anladığı zaman bu uygulamaya son vermiş ve kıbleyi Kudüs olarak tanımlayan ayetin Tanrı tarafından kaldırıldığını, onun yerine kıblenin Mekke yönüne doğru değiştirildiğine dair ayetin (Bakara Suresi, ayet 142-144) geçerli olduğunu söylemiştir. Görüldüğü gibi burada, bir ayet, diğer bir ayetle değiştirilip ilga edilmiş durumdadır.
Ancak, kaldırıldığı söylenen ayetlerin hepsi bakımından bu açıklık söz konusu değildir. Zira, Kur’an’da birçok ayet vardır ki, bunların kaldırılıp kaldırılmadıkları belli değildir, l 400 yıl boyunca İslam bilginleri hangi ayetin kaldırıldığı konusunda ne yapacaklarını bilememişler, şaşkına dönmüşlerdir. Konuyu ikinci kitabımızda “Apaçık Kur’an’ın Apaçık Olmayan Yönleri” başlığı altında ayrıca ele alacağız. Fakat, hiç düşünmek mümkün müdür ki, Kur’an ı “apaçık” bir kitap olarak gönderdiğini söyleyen ve her gönderdiği emrin anlaşılmasını isteyen bir Tanrı, hangi ayetin kalktığını, hangisinin kalkmayıp uygulanması ge­rektiğini açıkça bildirmesin de, kullarını şaşkına çevirsin? Ya da “Falanca ayet kaldırılmıştır”diyerek kolaylık sağlamak varken, bunu yap­mayıp, emirlerinin yanlış bir şekilde uygulanmasına neden olsun? Olacak şey midir bu?!
Ve yine hiç düşünmek mümkün müdür ki, vahyettiği şeyleri çeliş­meli, nitelikte kılan bir Tanrı, hani sanki yanılgısı meydana çıkmasın diye,“Kur’anı birbirine vurmayınız; onun ayetlerini karşılaştırmakla tekzibe kalkmayınız; onun ayetleri birbirini tasdik eder’ (6) diyerek, insanları daha da şaşırtıcı, fakat kendisinden beklenmeyen bir kaçamak yol arasın?

6 Gazali, age, c.2. s.881.

Gerçek şudur ki, birbirleriyle çatışan pek çok çelişmeli ayet, 1400 yıl boyunca yan yana ve iç içe olmak üzere İslami yaşamları ayarlamış, Müslüman kişileri çelişmeli şekilde düşünme alışkanlığına sokmuştur. Bundan dolayıdır ki, birbirinden farklı, birbirine ters fikirler, şeriat eğitiminden geçmiş kişilere “çelişki” olarak görülmemiştir. Örneğin, “Dinde zorlama olmaz” diyerek, İslamın hoşgörü dini olduğunu öne sürerlerken, “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün” ya da “İslamdan çıkanın kanı helaldir” şeklindeki hükümlere sarılmış olarak ölüm saçmayı çelişmeli bir davranış saymamışlardır. Aynı çelişkili tutumu, şeriatçının tüm yaşamlarında izlemek mümkündür