30 Aralık 2013 Pazartesi

Kur'an, Müslümanlar İçin Bir Tarih Başlangıcı Saptamamaktan Başka, "Arabi Takvim Sistemi" Gibi Bilimsellikten Uzak ve Yanlış...

İslam kaynaklarından öğrenmekteyiz ki hicretin vuku bulduğu yıla gelinceye kadar (miladi 622) Müslümanlar için "tarih başlangı­cı" diye bir şey söz konusu olmamıştır. Çünkü Muhammed, kendi­sini "peygamber" ilan ettiği tarihten Medine'ye göç edeceği tarihe kadar, yani on ya da on üç yıl boyunca, böyle bir ihtiyacı karşılama gereğini duymamıştır. Fakat karısı Hatice'nin ve kendisine babalık eden Ebu Talib'in ölümleri üzerine korumasız kalıp da Medine'ye geçmenin birçok bakımdan yararlı olacağını hesaplayınca, taraftar­larını da beraberinde sürükleyebilmek için "hicret" işini, Tanrı buyruklarıyla, dinsel görev şekline sokmuştur. Bu buyruklar arasında hicret edenlerin Tanrı tarafından mükafatlandırılacaklarına, ırmak­lar akan cennetlere konulacaklarına, ganimet mallarından yararlan­dırılacaklarına, maddi yardım ve bağışlara kavuşturulacaklarına da­ir olanlar vardır. Örneğin:

"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok gü­zel yer ve bolluk bulur. Kim Allah ve Resul'ü uğrunda hicret ede­rek evinden çıkar ve sonra da kendisine ölüm yetişirse artık onun mükafatı Allah'a düşer. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir" (Nisa Suresi, ayet 97, 100).

"Allah'ın verdiği hu ganifnet malları... Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne yardım eden muhacir (hicret etmiş) fakirle­rindir) işte doğru olan bunlardır" (Haşr Suresi, ayet 8, 9; ay­rıca Âli İmran Suresi, ayet 195; Nur Suresi, ayet 22; Enfal Suresi, ayet 72).

İşte bundan dolayıdır ki Müslümanlar, hicret sonrası itibariyle günlük işlerinde, "hicret" olayını bir başlangıç saymışlar ve örneğin "Resulallah'ın kudümünden şu kadar ay sonra" (yani Muhammed'in Medine'ye ayak basmasından sonra) diye "Hicri" tarih kullanmaya başlamışlardır.1 Fakat Muhammed'in ölümünden sonra bu uygula­madan vazgeçilmiştir. Ebu Bekir'in hilafeti boyunca ve hatta Ömer'in hilafetinin ilk dört yılına gelinceye kadar bu usule başvurulmamıştır. Ancak Ömer bunun bir ihtiyaç olduğunu fark ederek bir gün Ashab'ı toplamış ve Ali'nin teklifi gereğince "Hicret" itibariyle "Muharrem" ayını Müslümanlar için "tarih başlangıcı" olarak kabul etmiştir.2 Gü­ya Tanrı gökleri ve yeri yarattığı zaman Ay'ın hareketini öylesine ayarlamıştır ki ay sistemine göre bir yılda on iki ay oluşmuştur.

Yıl hesabına gelince, bu iş "Kameri ay" hesabına bağlanmıştır, çünkü İslam kaynaklarının bildirmesine göre Muhammed, ölümün­den az önce, Arapların eskiden beri zaten alışık oldukları "Arabi takvim" sistemini uygun görmüştür. Tevbe Suresi'ne koyduğu ayet­le yılın on iki aydan ibaret olduğunu belirtirken (K. 9, Tevbe Sure­si, ayet 36)3 ve Kur'an'ın Bakara Suresi'ne:

1  Bu konuda Hafız İbni Asakir'in Dimeşk Tarihi adlı yapıtından alınma açıklama­lar için bkz. Sahihi..., c.X, s.121,
2 Bu vesile ile bazı kimseler Muhammed'in ölüm tarihini, bazıları da peygamberli­ğini ilan edişini tarih başlangıcı olarak teklif etmişler fakat Ali'nin teklifi benim­senmiştir. Bununla beraber "ay" tayini işinde anlaşamamışlardır; kimisi "Receb" ayının, kimisi de "Ramazan" ayının yılbaşı olarak kabulünü istemiş, fakat yine Ali'nin teklifi gereğince "Muharrem" ayı seçilmiştir. Bu konuda bkz. Sahihi...,
c.X,s.!21.
3 "Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sa­yısı on iki olup..." (Tevbe Suresi, ayet 36).

"Sana yeni (doğan) aylan sorarlar; de ki: 'Bunlar insanların (faydası) için, haccın ifası için vakit ölçekleridir'..." (K. 2, Ba­kara Suresi, ayet 189)

ayet yerleştirmiş, böylece Arabi takvim sistemine bağlılığım, yani yılı, aya göre hesapladığını ortaya vurmuştur.4

"Arabi takvim" sistemi denen şey, Ay'ın dolanımına (seyrine) göre hesaplanmış olup bilimsel nitelikten uzak bir sistemdir. Çünkü Evren (Kainat), güneş sistemine göre hareket ettiği için yıl hesabı­nı, Ay'ın dolanımına göre değil fakat dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne göre yapmak gerekir. Eğer kameri (ay) sistemi esas alına­cak olursa, yıl on bir gün kısa kalır. Bundan dolayıdır ki İslam ül­kelerinde dini bayramlar ya da günler (örneğin Ramazan) her yıl değişik günlere rastlar. Eğer güneş yılı hesabı öngörülmüş olsaydı böyle bir karışıklık söz konusu olmayacaktı.5

Yine tekrar edelim ki Arapların İslamdan önceki dönemler iti­bariyle uyguladıkları "Kameri takvim" sisteminde zaman birimi, dünyamızın uydusu olan ayın doğması ve kaybolması olayına otur­tulmuştur. Başka bir deyimle Muhammed'in benimsediği bu eski Arap takvimi, ayın dünya yörüngesindeki dolanımına bağlıdır. Oy­sa ki kökeni eski Roma zamanına inen ve 16. yüzyılda Papa XIII. Gregoire tarafından son şekline eriştirilen "Gregoryen" takvim sis­temi, dünyamızın güneş yörüngesindeki dolanımına bağlı olarak hesaplanır, ki bilimsel nitelikte sayılır. Bu sistemde hata oranı, her 4 000 yıl itibariyle bir güne indirilmiştir.6 Bundan dolayıdır ki Arap kaynaklı "Kameri takvim sistemi" ile Roma kaynaklı "Gregoiyen takvim sistemi" birbirlerinden farklı sonuçlar doğurur: Şu bakımdan

4 Bu konuda bkz. Turan Dursun, Kur'an Ansiklopedisi, c.3, s.76 vd.
5  Bu konuda bkz. Nöldeke, Sketches F rom Estern History, Transl. by J.S. Black, Beirut, Khayats 1963, s.70.
6 Eski Roma döneminde Romulus bir yılı 300 gün ve on ay olarak hesaplamış, da­ha sonra buna iki daha eklenmiş, fakat Jules Sezar zamanında yeniden ıslah edil­miş fakat hata oranı yine de her 900 yıl itibariyle 7 gün olarak kalmıştır. XVI. yüzyılda Papa XIII. Gergopir tarafından yapılan değişiklikten sonra hata oranı her 4 000 yılda bir güne indirilmiştir.

ki, Arap takvim sistemine dayalı yıl hesabı, bilimsel (Gregoryen) takvim sistemine dayalı olan takvim sistemine nazaran her yıl on gün fark arz eder, çünkü dünyanın güneş yörüngesindeki dolanımı 365 günden oluşur. Oysa ki ayın dünya yörüngesindeki dolanımı, bir yılın on ikide birinden eksiktir. Öylesine ki Arap takvim siste­mine göre on iki ayın toplamı 354 gün tutar. Bundan dolayıdır ki Arap takvimine göre hesaplanan yıl, bilimsel takvime göre hesap­lanandan 11 gün eksiktir. Sonuç şudur ki Arabi aylar, bilimsel tak­vim aylarına göre her yıl 11 gün erken başlamaktadır. Bu yüzdendir ki bu sistemi uygulayan Müslüman ülkelerde belli olayların başlan­gıç tarihi, her yıl itibariyle değişik tarihlere düşer. Örneğin Rama­zan ayı, hilalin görünmesine bağlı olarak saptandığı için Rama­zan'ın başlangıcı her Müslüman ülke itibariyle farklı tarihlere rast­lar. Daha doğrusu Ramazan ayı, her 33 yıl süre itibariyle bahara, yaza, güze ve kışa rastlayacak şekilde değişir; tıpkı Kandil ve Bay­ram aylarının da zaman içinde her yıl değiştiği gibi.

İlginç olan şudur ki hilalin görünmesinde bir kutsallık bulundu­ğu sanıldığından hangi Müslüman ülkede hilal daha önce görünür­se, orada Ramazan ayı (ya da bayramlar) daha erken başlamış olur. Bundan dolayıdır ki Müslüman ülkeler arasında ibadetin başlama­sında biçimsel beraberlik yoktur. Bununla birlikte durum, 1978 yı­lında toplanan İslam Kongresi'nde Türkiye'nin yaptığı bir öneriyle giderilmeye çalışılmıştır. Bütün İslam ülkelerinde Ramazan ve Bayram'ın başlaması, hilalin görünmesine göre değil fakat bilimsel astronomi yöntemleriyle saptanan güne göre ayarlanmıştır. Böylece bu konuda bir beraberlik sağlanmıştır. Bununla beraber Arabi tak­vim sistemi değişmiş değildir; bu sistem diğer konularda eskiden olduğu gibi uygulanmaktadır.

Fakat şu bir gerçek ki, ay hesabına dayalı ve Muhammed'in be­nimsediği Arabi sistemin yetersiz ve yanlış olduğu ve bu esasa göre yıl hesabında bulunmanın mümkün bulunmadığı İslami kaynaklar ta­rafından da anlaşılmıştır. Bundan dolayıdır ki zamanla ayın ve yıldız
ların seyri konusundaki bilgiler artıkça, bu konular uzmanlara bıra­kılmaya başlanmıştır. Camilerin yanı başında birer "muvakıthane" denen (yani zaman tayin eden) yerler kurulur olmuştur.7

Muhammed'in yerleştirdiği sistemin bilimsellikten uzak ve yan­lış olduğunu ilk kez benimseyen Atatürk Türkiyesi olmuştur: "Beyne'lmilel Takvimin Kabulü Hakkındaki Kanun" gereğince Devlet Takvimi'nde tarih başlangıcı olarak Batı dünyasının uyguladığı tak­vim sistemine uyulmuştur. 1928 yılı Ramazan'ında "rü'yeti hilal"e (yani yeni ayın doğmasına) göre değil fakat zaman hesabına göre oruç tutulmuştur.8

***

Yıl hesabında Kameri (ay) usulünü, İslamın zaman ölçüsü ola­rak benimserken Muhammed, Arapların bilgisiz olduklarını, okuma yazma nedir bilmediklerini, yıldızların hesabından anlamadıklarını ve bu nedenle onlara kolaylık olsun düşüncesiyle böyle yaptığını anlatmış ve şöyle demiştir:

"Biz meaşiri Arab, ümmi bir cemaatiz: Ne yazı yazarız ne de (yıldızların seyrini) hısab(ım) anlarız. (Bize lazım olan) bir ay (kah) şöyledir (kah) böyledir. "9

Muhammed'in bu sözlerinde geçen "meaşir" sözcüğü "hacı olma yolunda" demektir. "Ümmi" sözcüğü ise "okuma yazma bilmeyen" anlamına gelir. Kendisini "Tanrı elçisi" diye ilan eden ve her şeyi Tanrı'dan öğrendiğini söyleyen Muhammed'in, yıl hesabını yaparken Arapların bilgisizliğini bahane edip, bilimsel olmayan bir sistem üs­tünde ısrar etmesi, birçoğumuza muhtemelen pek şaşırtıcı gelecektir. Bir yandan Tanrı'nın "alim" olup her şeyin en doğrusunu bildiğini söylerken ve kendisini her doğru şeyi Tanrı'dan öğrenilmiş gibi gös­terirken, yanlış bir sistemi geçerli kılması elbette ki şaşırtıcıdır.

7 Sahihi....c.VI.s.26l.
8 Sahihi..., c.VI, s.262.
9 Buhari'in İbni Ömer'den rivayeti için bkz. Sahihi..., c.VI, s.258, Hadis No: 908.

Öte yandan Muhammed, ay hesabında da yanlış bir yol tutmuş­tur. Şu bakımdan ki: "(Bize lazım olan) bir ay (kah) şöyledir (kah) böyledir" derken, bir aylık sürenin "bilimselliğe" değil fakat keyfi­liğe dayalı olarak bazen 29, bazen de 30 gün olduğunu anlatmak is­temiş,10 böylece ay hesabını tam bir çıkmaza sokmuştur. Örneğin İbni Ömer'in rivayet ettiği bir hadisinde

"Bir ay 29 gece'dir"

derken, Ümmü Seleme'nin rivayet ettiği bir başka hadisinde "Ay 29 gündür"

demiş,11 böylece "ay" tanımını "gün" ve "gece" esasına göre farklı bir temele oturtmuştur. Her ne kadar bu karışıklığı örtmek için İs­lam yazarları

"Arap aylarının gündüzü gecesine bağlıdır, bu nedenle iki ha­dis arasında çatışma yoktur"12

derlerse de yalandır, çünkü yirmi dokuz gece otuz gün etmediği gi­bi, otuz gün de yirmi dokuz gece etmez.

Yine Muhammed'in söylemesinden anlamaktayız ki, ayın doğma­sına ait hesapların inceden inceye incelenmesine de gerek yoktur: Bazı ayları 29, bazı ayları da 30 gün olarak hesaplamak yeterlidir. Bundan dolayıdır ki yeni ayın doğması halinde oruç tutulup bayram edilmesini ve hava* bulutlu ve kapalı, yani "kederli" olduğu zamanlar ise ay hesabının otuza doldurulmasını emretmiştir.13 İslam kaynakla­rının iddiasına göre Muhammed'in ay hesabını bu şekilde yapması­nın nedeni Arap toplumunun "cahil" olduğunu göz önünde tutmasın

10 Bu konuda Buhari'nin İbni Ömer'den rivayetine dayalı hadis için bkz. Sahihi..., c.VI, s.258, Hadis No: 908.
11  Bu hadisler için bkz. Sahihi..., c.VI, s.255, Hadis No: 905; aynca bkz. s.2556, Hadis No: 906.
12 Sahihi..., c.VI, s.259.
13 Sahihi..., c.VI, s.255, Hadis No: 905; ayrıca bkz. s.259.                         

dandır. Çünkü güya istemiştir ki ay hesabında güçlük olmasın, ko­laylık sağlansın!14 Oysa asıl sebep bu değildir; asıl sebep Muham­med'in günlük yaşam siyasetininin gereksinimleridir. Şu bakımdan ki, bir aralık Muhammed karılarının hepsiyle küsüşmüştü. Onlarla bir ay boyunca konuşmamaya yemin etmişti. Fakat az zaman geç­mekle, karılarından (özellikle pek sevdiği Ayşe'sinden) ayrı kalama­yacağını anlamış ve 29. gün yemini bozarak Ayşe ile buluşmuştur. Ve işte Ayşe kendisine:

"Ya Resulallah! Siz bir ay yanımıza gelmemeye yemin etmişsiniz"

deyince Muhammed:

"Ay 29 gün'dür"

diyerek onu susturmuş, işin içinden kolaylıkla çıkmıştır.15 

14 Sahihi..., c.VI, s.259.
15 Ümmü Seleme'nin rivayetine dayalı bu hadis için bkz. Sahihi..., c.VI, s.25565, Hadis No: 906.

Kur'an'da, Göğün ve Yerin Yaratılışıyla İlgili Ayetlerdeki Uyumsuzluklar, "Hafta" Sistemini Askıda Bırakan Yanlış Sonuçlar Doğur

Kur'an'ın Fussilet Suresi'nde Tanrı'nın, yeryüzünü, dağları ve gıdaları yarattığına dair şu yazılı:

"(Ey Muhammed!) De ki 'Gerçekten siz, yeri iki günde yarata­nı inkar edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereket­ler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözet­meden gıdalar takdir etti..." (K. 41, Fussilet Suresi, ayet 910.)

Görülüyor ki Tanrı, dünyayı iki gün gibi kısa bir sürede yaratıp üzerine dağlar döşediğini, gıdaları da dört günde yarattığını söyle­yerek azametini belli etmekte ve böylece putperestleri etkileyeceği­ni düşünmektedir. Hatta gücünü biraz daha abartarak, iki gün için­de yedi gök yarattığını ekleyerek şöyle der:

"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: 'is­teyerek veya istemeyerek, gelin!' dedi. ikisi de 'isteyerek' geldiler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe gö­revini vahyetti. Ve biz, yakın semayı kandillerle donattık, bozul­maktan da koruduk..." (K. 41, Fussilet Suresi, ayet 12.)

Dikkat edileceği gibi Tanrı "Arz'ı" (yeryüzünü) iki günde yarat­tığını söylemekte. Oysa "gün" denen şey, ancak yerkürenin var olması halinde söz konusu olabilecek bir şeydir; çünkü "gün", yerkü­renin kendi etrafında dönmesi, ile oluşur. Yani yerküre olmadan, "gün" öğesinden söz edilemez. Başka bir deyimle yerküre yaratılır­ken ortada henüz gün diye bir şey yoktur; "gün" yerkürenin yaratı­lışından sonra söz konusu olan bir şeydir. Şu durumda yer kürenin iki günde yaratıldığını bildiren Kur'an'ın yukarıdaki hükmünde bir yanlışlık var demektir. Bu yanlışlığı "yanlış" değilmiş gibi göster­mek hususunda Kur'an yorumcularının başvurdukları çocuksu aç­ıklamalar ibretle okunmaya değer. Bu yorumculardan birinin açık­lamasına göre yukarıdaki ayette:

"Arz'ın kaç günde yaratıldığı söylenmiş olmayarak, yaratıl­dıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur ki bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nevbetidir."1

Gelin de bu satırlardan bir şey anlayın!

Öte yandan Muhammed'in daha Medine'ye hicret etmeden önce, yani Mekke'deyken Kur'an'a koyduğu bu ayetlerden anlaşılan o ki Tanrı, Arapları puta tapmaktan vazgeçirebilmek için bütün azametiyle onları korkutmaya, şaşkın kılmaya çalışmaktadır; bu nedenle gökleri ve yeri iki günde yarattığını anlatmaktadır. Zira iki günde gökleri ve yeri yaratmak ve sonra onlara "Gelin" diye emrederek görevler vermek ve semayı kandillerle donatmak, elbetteki azamet­li bir Tanrı'nın işi olması gerekir. Pek güzel ama, "acaba Tanrı, Arapları, putlarından uzaklaştırmak için faydasız yere bu şekilde konuşacak yerde (çünkü bu sözlere rağmen Araplar, putlarından vazgeçmemişlerdir), onların gönüllerini açıp doğrudan doğruya iman sahibi yapmış olsa, daha etkili bir sonuç almış olmaz mıydı?" diye sormak gerek. Çünkü Muhammed'in söylemesine göre Tanrı, insanları "kafir" ya da "Müslüman" yapanın kendisi olduğunu bil­dirmiştir (örneğin bkz. En'am Suresi, ayet 125). İnsanların gönlünü açıp onları kolaylıkla Müslüman yapmak olanağına sahip bir Tanrı

l Bu açıklamalardan bir örnek olarak bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.V, s.41884189.

neden kalkıp yukarıdaki şekilde azamet satsın ve satarken de yan­lışlıklar yapsın? Yoksa evvelce söylediklerini unutmuş mudur, ya da bu sözlerin etkisiz kaldığını görmüş müdür ki şimdi azametini bu şekilde ortaya vurmaktadır!

Fakat her ne olursa olsun, bu vesileyle belirtilmesi gereken di­ğer bir şey var ki, o da şu: Yukarıda değindiğimiz Fussilet Sure­si'nin ayetleriyle, gökleri ve yeri iki günde yarattığını söyleyen Tan­rı, başka vahiylerle bu işi altı günde yapmış olduğunu söylemiştir. Örneğin A'raf Suresi'nde şöyle yazılı:
"Sizin Tanrı'nı z o Tanrı'dır ki gökleri ve yeri altı günde yarat­mıştır." (A'raf Suresi, ayet 54. Buna benzer olmak üzere bkz. Kaf Suresi, ayet 38; Yunus Suresi, ayet 3; Hud Suresi, ayet 7; Hadid Suresi, ayet 4; Furkan Suresi, ayet 59.)

Görülüyor ki, Kur'an'daki bu çelişmeli ayetlere göre Tanrı, gökleri ve yeri iki günde mi yoksa altı günde mi yarattığını kesin olarak pek hatırlamaz gibi bir durumdadır. Söylemeye gerek yok­tur ki yandan Tanrı değil fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da Tanrı'yı, kendi ağzıyla konuşmuş gibi gösteren Muhammed'dir (ya da Kur'an'ı derleyenlerdir). Yanılgıya düşen de hiç kuşkusuz odur (ya da onlardır). Bu yüzdendir ki "hafta" sistemini de izahsız bırakmışa benzer. Bakınız nasıl:

Göklerin ve yerin iki günde yaratıldığı hususu ile ilgili olarak Muhammed'in Kur'an'a koyduğu ayetler (örneğin Fussilet Sure­si'nin 9. ve 1112. ayetleri) Mekke dönemine rastlar. O tarihlerde he­nüz Yahudilerden ve Hıristiyanlardan Tevrat ve İncil konusunda fazla bir şey öğrenemediği için, yerin ve göklerin Tanrı tarafından iki günde yaratıldığını söylemek işine gelmiştir. Çünkü böylesine güç olan bir işin, "iki gün" gibi kısa bir sürede tamamlanmış olma­sını, Tanrı'm sınırsız kudretine kanıt kılıp Arapları etkilemek iste­miştir. Oysa ki Yahudilerle ve Hıristiyanlarla olan ilişkilerinin gelişmesi sonunda onlardan evrenin yaratılışı hakkında yeni şeyler öğrenince iş değişmiştir. Örneğin Tevrat'ın, Tekvin kitabında, Tan­rı'nın bu işi altı günde başardığı ve yedinci gün dinlendiği ve bu ye­dinci günü "mübarek gün" olarak saptadığı yazılıdır:

"Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı... Ve (altıncı gün) gökler ve yer ve onların bütün orduları itmam etti (tamamlan­dı). Ve Allah yaptığı işi yedinci günde bitirdi ve yaptığı bütün işten yedinci günde istirahat etti. Ve Allah yedinci günü müba­rek kıldı ve onu takdis etti; çünkü Allah yaratıp yaptığı bütün işten o günde istirahat etti" (bkz. Tevrat/Tekvin, Bap 1: 131 ve Bap 2: 16).

Bundan dolayıdır ki Yahudiler ve Hıristiyanlar haftayı "altı çalış­ma günü" ve "bir dinlenme günü" olmak üzere yedi gün şeklinde ayar­lamışlardır. Ve işte Muhammed, Yahudilerle olan ilişkisini artırıp da Tevrat'ı iyi bilenlerden bilgiler sağlayınca, yeryüzünün iki günde yara­tıldığına dair Fussilet Suresi'ne koyduğu yukarıdaki ayetleri göz ardı edip, göklerin ve yerin yaratılışının altı gün içerisinde olduğuna da­ir ayetler koymuştur (bkz. A'raf Suresi, ayet 54; Kaf Suresi, ayet 38; Yunus Suresi, ayet 3; Hud Suresi, ayet 7; Hadid Suresi, ayet 4 ve Fur­kan Suresi, ayet 59). Fakat Yahudilerden farklı görünmek ve hatta on­ları yanılgı içinde kılmak için Tanrı'nın yedinci gün dinlendiğine dair olan hükümlere yer vermemiştir. Muhtemelen Tanrı'nın dinlenmeye ihtiyacı olmadığı kanısını yaratmak ve Yahudilerin Tanrı'yı küçümsedikleri kanısını yaratmak istemiştir. Nitekim Kur'an'ın Kaf Suresi'ne koyduğu bir ayetle Tanrı'nın gökleri ve yeri altı günde yarattıktan son­ra dinlenmek şöyle dursun ve fakat bütün bu işlere rağmen yorulmadı­ğını (yine Tanrı ağzıyla) şu şekilde anlatmıştır:

"Andolsun ki gökleri ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz yorgunluk da duymadık" (K. 50, Kaf Suresi, ayet 38).

Yorgunluk duymayan bir Tanrı'nın dinlenmeye gerek duymaya­cağı evleviyettir! Ne var ki Yahudileri yanılgı içerisinde bırakmak için Tanrı'yı bu şekilde konuşur gösterirken, bu kez hafta sistemini izahsız kılmıştır. Başka bir deyimle yedi günden oluşan haftayı, Tanrı'nın altı günlük çalışmasıyla açıklamaya çalışırken, yedinci günü nereye sığdırdığını bildirmemiştir.

Fakat iş bununla da bitmiş değil: Zira Kur'an'a, Tanrı katında bir tek "gün"ün insan saymasına (yani "beşeri ölçülere") göre, "bin yıl" demek olduğuna dair koyduğu bir ayet vardır ki, Tanrı'yı, çelişkiler içinde bocalar duruma düşürmeye yeterlidir. Gerçekten de Hac Su­resi'nde şöyle yazılı:

"Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir." (K. 22, Hacc Suresi, ayet 47.)

Şu duruma göre eğer bir gün "bin yıl" ise, iki gün, iki bin yıl ve altı gün de altı bin yıl ediyor demektir ki, bu durumda Tanrı, gökle­ri ve yeri, iki günde mi, altı günde mi, iki bin yılda mı yoksa altı bin yılda mı yarattığını bilemez bir durumdadır! Oysa ki akılcı ve de­neyci ilim, göklerin ve yerin oluşumunun yüz milyonlarca yıllık bir gelişim işi olduğunu ortaya vurmuştur.

Yaratılış konusunda Kur'an'da geçen "iki gün" ve "altı gün" çe­lişmesini gidermek amacıyla ünlü Kur'an bilginleri, pek çeşitli kan­dırma yollarına başvururlar. Örneğin Süyuti, iki gün sorununu "haf­tanın ilk iki günü" olarak açıklamaya çalışır. Bazı yorumcular:

"Zaman izafidir... Bizim hesaplarımıza göre bin yıl olan za­man parçası, Allah katında bir gün kadar kısadır"

şeklinde ahkam yürütürler. Ne var ki bilimsellikten uzak bu tür gö­rüşler, Kur'an'daki yanlışları örtbas etmeye yeterli değildir; sadece aklı işlemez duruma sokmaya yeterlidir.

Kur'an'da İsa'nın, Kendisinden Sonra "Ahmed" Adında Bir "Peygamber" Geleceğini Müjdelediği ve Bunu İncil'de Dile Getirdiği...

Yahudilerin kutsal bildikleri "Ahdi Atik"in (Tevrat'ın)1 bölüm­lerinden biri olan "İşa'ya" adlı kitapta, bir kızın gebe kalıp oğlan ço­cuk doğuracağı ve bu oğlana "İmmanuel" adının konacağı şu şekil­de bildirilmiştir:

".. .Rab, kendisi size bir alamet verecek; işte kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak; ve onun adını İmmanuel koyacak..." (İşaya, Bap 7: 14.)

Burada geçen "İmmanuel" sözcüğü "Allah bizimledir" anlamın­dadır. İşte bu hükme dayalı olarak Hıristiyanlar, İsa'nın geleceğinin Tanrı tarafından çok önceden haber verilmiş olduğuna inanırlar. İnançlarının kaynağı İncil'dir. Çünkü Matta'ya göre incil'de? bu yukarıdaki hükme atfen isa'nın doğuşunun hikayesi kısaca şudur: Davud oğlu Yusufun nişanlı bulunduğu Meryem, bakire olduğu hal­de gebe kalır. Gebe kalışı Ruhül kuds 'tandır, yani Cebrail 'dendir. Fakat ne var ki Meryem'in hamileliği Yusuf u çevresine karşı güç

* K. 61 Saff Suresi, ayet 6; oysa İncil'de böyle bir şey yoktur.
1  Tevrat diye bildiğimiz şey, aslında Ahdi alAtik'in (Eski Ahit) ilk heş kitabından oluşur.
2 Bilindiği gibi "Yeni Ahit" adı altıyla İncil'in "Matta"ya, "Markos"a, "Luka"ya ve "Yuhanna"ya göre dört kitaptan ve ayrıca başka bölümlerden, oluşur.

durumda bırakır. Bu nedenle nişanlısını aleme rüsva etmeden gizli­ce terk etmek, yani nişanını bozmak ister. Fakat bir gece Tanrı'nın meleği Yusufun rüyasına girer ve ona şöyle der:

"... Meryem'i kendine kan almaktan korkma; çünkü kendisin­den doğmuş olan Ruhülkudüstendir. Ve bir oğul doğuracaktır; ve onun adını İsa koyacaksın..." (Matta'ya göre İncil, Bap 1: 1823.)

Yusuf söylenenleri yapar ve doğan çocuğun adını İsa olarak ko­yar. Kuşkusuz ki bu hikaye, İsa'ya uhrevilik kazandırma doğrultu­sunda bir girişimdir. İncil'i yazanlar, İsa'nın "peygamber" olarak ge­leceğinin çok önceki bir tarih itibariyle "Ahdi Atik"te müjdelenmiş olduğunu belirtmekle, Hıristiyanlığı sağlam bir temele dayatabileceklerini düşünmüşlerdir.

Ve işte Muhammed, Tevrat'ın Işaya adlı kitabında ve ayrıca İn­cil'de yer alan bu hususları, ondan bundan öğrenmiş olarak, kendi bakımından değerlendirmek istemiştir. Kendisine uhrevilik sağla­mak ve bu arada Yahudileri ve Hıristiyanları İslama sokabilmek iç­in kendisinin bütün insanlara "peygamber" olarak gönderileceğinin Tanrı tarafından çok önce, Tevrat ve incil ile bildirildiğini öne sür­müştür. Daha doğrusu "Ahmed" adında bir "peygamber"in gönderi­leceğinin İsa tarafından İsrailoğullarına haber verildiğini söylemiş­tir. Bu maksatla Kur'an'a koyduğu ayetlerden biri Saff Suresi'nin 61. ayetidir ki, İsa'nın "Ahmed" adında bir peygamber geleceğini müjdelediğine dairdir ve şöyledir:

"Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah'ın si­ze gönderilmiş bir peygamberiyim demişti. Ama o elçi, kendi­lerine belgelerle geldiği zaman: 'Bu apaçık bir büyüdür' de­mişlerdi" (K. 61, Saff Suresi, ayet 6).

Görülüyor ki Muhammed'in söylemesine göre ha, kendisinden sonra "Ahmed" adında bir peygamber geleceğini ve bu peygamberin Tevrat'ı doğrulayacağını söylemiştir. Hemen belirtelim ki "Ahmed" sözcüğü, Muhammed'in hem "ad" ve hem de "sıfat" ("nitelik") olmak üzere kendisine uygun bulduğu bir sözcüktür. Birçok vesileyle ken­disini çeşitli isimler ve niteliklerle tanıtmış ve örneğin:
"Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Mahi'yim (Tanrı adı­na "yok edici"yim), ben Haşır'im (insanları mahşer yerinde toplayıcıyım), ben Akıb'ım (son gelenim), ben Mukaffa'yım (peşinden gidilenim), vs."
diye konuşmuştur.3

Arapçada "Ahmed" sözcüğü, tıpkı "Muhammed" sözcüğü gibi "hamd" kökünden gelmedir; "hamd" ise "Tanrı'ya teşekkür etmek, fakat ederken onun ululuğunu dile getirmek" demektir. Fakat Ah­med sözcüğü, hem "Tanrı'yı herkesten çok öven, yücelten" anlamın­dadır ve hem de "herkesten çok övülen" anlamına alınır. Ve işte "Ben Ahmed'im" derken Muhammed, hem kendisinin "Tanrı'yı en fazla yücelten, öven kimse" ve hem de Tanrı tarafından "herkesten fazla övülen kişi" olduğunu anlatmak istemiştir. Nitekim Kur'an'a koyduğu ayetlerle bir yandan Tanrı'yı övgülerle yüceltirken, diğer yandan Tanrı'nın kendisini övdüğünü vurgulamıştır. O kadar ki Ah­zab Suresi'ne koyduğu bir ayetle Tanrı'nın, meleklerle birlikte ken­disine salavat getirip yücelttiğini belirtmiştir; ayet şöyle:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'e sala­vat getirirler; ey insanlar, siz de onu övün ve ona esenlik dile­yin" (K. 33, Ahzab Suresi, ayet 56).

Ve işte muhtemelen bundan dolayıdır ki Muhammed, Kur'an'ın Saff Suresi'ne koyduğu yukarıdaki ayetle, Ahmed adında bir pey

3 Bu konuda Buhari, Müslim, Tirmizi Darimi vs. gibi kaynaklarda yer alan hadis­ler için bkz. Turan Dursun, Kur'an Ansiklopedisi, İstanbul 1994, c.I, s.2589; ay­rıca bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.VI, s.4930.

gamber geleceğinin İsa tarafından İncil'de müjdelendiğini bildir­miştir (Saff Suresi, ayet 6). Oysa ki dinsel kaynakların ortaya vur­duğu verilere göre İsa böyle bir şey söylememiştir. Daha doğrusu İsa'nın ağzından ne "Ahmed" adı çıkmıştır ve ne de "Ahmed" adının başka bir dilde karşılığı olabilecek bir sözcük! İsa'nın İncil'de söy­lediği şey, kendisinden sonra Tanrı'nın "tesellici" göndereceğidir ki, İncil'in Yunanca olan metninde "parakletos" sözcüğü ile ifade edil­miştir. Yuhanna'ya göre İncil'de İsa'nın şöyle konuştuğu yazılı:

"Şimdiyse beni gönderene gidiyorum... Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem tesellici size gelmez. Fakat gidersem onu size gönderirim. O geldiği zaman, günah için, salah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir..." (Yuhan­na'ya göre İncil, Bap 16: 515.)

"Tesellici" karşılığı olarak İsa'nın kullandığı sözcüğün Yunanca İncil'deki şekli "parakletos"tur. İncil'in daha sonra diğer dillere çevrilişinde bu sözcük "paraclet" (Fransızca) ya da "conförter" (İn­gilizce)4 olarak yer almıştır ki, hepsi de "tesellici", "rahatlatıcı" an­lamına gelir. Araplar da "paraclet" karşılığı olarak "faraklit" sözcü­ğünü kullanmışlardır. Nitekim Yuhanna İncil'inin bu ayetlerini Türkçe'ye çeviren din adamlarımız dahi, bu kurala uymuşlardır. Ör­neğin Elmalılı Hamdi Yazır şöyle der:

"Yuhanna İncilinin on beşinci faslında Yesu' mest (İsa) demiştir ki: Pederin göndereceği Hak ruhu Faraklit size her şeyi talim edecektir... Çünkü ben sizin yanınızda mukim değilim, Pederin göndereceği rııhulkudüs Faraklit size her şey'i talim edecek ve benim söylediğim sözü hatırlatacaktır... Çünkü ben gitmezsem Faraklit size gelmez, ama gittiğimde onu size gönderirim... "5

4 Çünkü Rumca İncil'de "paracletos" (tesellici) olarak geçen sözcük Latince İncil'e "invocare" diye geçmiştir ki "yardım dilemek" anlamındadır ve yeni İncillerde "consolateur", "conforter" olarak belirir.
5 Elmalılı H. Yazır, age, c.VI, s.49323.

Hemen ekleyelim ki Yunancada bu "paraclet" sözcüğüne benzer bir sözcük vardır ki o da "priklitos"tur. "Priklitos" sözcüğü "en fazla övülen kimse" anlamını taşır ki, biraz önce değindiğimiz gibi, Arapça­da "Ahmed" sözcüğünün karşılığıdır. Ve işte Muhammed, bu konular­da kendisine verilen bilgileri değerlendirerek ve "paraclet"in "priklitos" olması gerektiğini söyleyenlere itibar ederek kendi "peygamberli­ğinin" İsa tarafından haber verildiğine dair yukarıdaki hükmü Kur'an'a koymuştur. Gerçekten de İslam yazarlarından bazıları İncil'de kullanı­lan sözcüğün "priklitos" olduğunu iddia etmişlerdir.6 Muhammed'e İn­cil hakkında bilgi verenler "paracletos" (yani "tesellici") yerine "prik­litos" (yani "en çok övülen") sözcüğünü öne sürmüşlerdir. Ve Muham­med de kendisini "Tanrı tarafından en fazla övülen peygamber" olarak tanımladığı ve Ahmed adıyla tanıttığı için, Kur'an'a yukarıdaki ayeti (yani Saff Suresi'nin 6. ayetini) koymuştur.

Oysa, biraz önce dediğimiz gibi İncil'de "priclitos" diye bir şey geçmez; "paracletos" sözcüğü geçer ki "tesellici" demektir. Ancak hemen ekleyelim ki İsa'nın "tesellici" sözcüğü ile anlatmak istedi­ği şey "ruh"tur, daha doğrusu "hakikat ruhu"dur, ki o da İsa'nın kendisidir. Nitekim Yuhanna İncil'inde şöyle yazılı:

"Ben de Baha'ya yalvaracağım; ve o size başka bir tesellici, ha­kikat ruhunu verecektir; ta ki daima sizinle beraber olsun; onu dünya kabul edemez, çünkü onu görmez ve bilemez; siz onu bi­lirsiniz, çünkü yanınızda duruyor ve içinizde olacaktır. Sizi ök­süz bırakmam; size gelirim. Biraz zaman daha ve dünya artık beni görmez, fakat siz beni görürsünüz; madem ki ben yaşıyo­rum, siz de yaşayacaksınız. O günde bileceksiniz ki ben Babam­dayım ve siz bendesiniz ve ben sizdeyim. Emirlerim kendinde olup onları tutandır ki beni sever; beni seven Babam tarafından sevilecektir..." (Bkz. Yuhanna'ya göre İncil'i, Bap 14: 1621.)

6 Hintli yazar Rahmettullah'ın İzharul'Hak adlı kitabında yer alan bu hususlar için bkz. Turan Dursun, age, c.l, s.261.

Bu satırlardan açıkça anlaşılan şudur ki, İsa "tesellici" sözcüğü ile ne Muhammed'i ve ne de başka bir "peygamberi" kastetmiştir; kastettiği şey "tesellici" anlamına gelmek üzere "hakikat ruhu"dur ve bu da kendisinden başka bir kimse değildir. Nitekim Hıristiyan­lar, günün birinde İsa'nın tekrar geleceğine inanmışlardır. Bu itibar­la İsa'nın "Ahmed" adıyla bir peygamberin geleceğini haber verdiği ve bunun "Muhammed" olduğu hususundaki iddiaların geçerliliği yoktur ve Kur'an'ın Saff Suresi'nin 6. ayetindeki sözlerinde "kera­met" yattığını düşünmek yanlıştır.


Kur'an'da Yahudilerle Hıristiyanların Birbirleriyle Dost Oldukları Bildirilmekte; Oysa Yanlıştır, Çünkü İsa'nın Öldürülüşü...

Kur'an'ın Maide Suresi'nde: 
"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar..." (Maide Suresi, ayet 51)

diye yazılıdır. Ayetin bir başka okunuşu şöyle:

"Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları yar tutmayın, onlar ancak birbirlerinin yaranıdırlar..."

Bu ayeti koymakla Muhammed, Müslümanları Yahudilerle ve Hı­ristiyanlarla dost olmaktan, sıkı fıkı ilişki kurmaktan alıkoymak is­temiştir. Alıkoyabilmek için Yahudileri ve Hıristiyanları birbirleri­nin dostu ve müşterek bir cephede Müslümanların düşmanıymış gi bi göstermiştir. Oysa Yahudilerle Hıristiyanlar, hiçbir zaman birbir­lerinin dostu olmuş değillerdir; aksine birbirlerinin düşmanı olmuş­lardır. Bu düşmanlık Hıristiyanlığın ortaya çıkışı anından itibaren kendisini göstermiştir. Gerçekten de Hıristiyanların "kutsal" diye bildikleri İncil'de. Yahudilerin İsa'yı öldürdükleri yazılıdır. Bundan dolayıdır ki Hıristiyanlar Yahudilere karşı bitmeyen ve günümüze dek gelen bir düşmanlık beslemişlerdir. Her ne kadar Muhammed, Yahudilerin: "Biz İsa'yı öldürdük" şeklinde konuştuklarını ve fakat İsa'yı öldürmediklerini söyleyerek Kur'an'a. "Allah İsa'yı kendi ka­tına yükseltti" (K. 4, Nisa Suresi, ayet 158) şeklinde ayet koymuş­sa da bunu Yahudileri temize çıkarmak için yapmamıştır; sadece Yahudileri aşağılatmak için yapmıştır. Daha doğrusu Yahudilerin İsa'yı öldürmek istediklerini ve fakat Tanrı'nın buna engel olarak Yahudileri lanetlediğini anlatmak için yapmıştır.

Öte yandan Yahudilerle Hıristiyanları birbirlerinin dostu ve fakat Müslümanların düşmanı olarak tanımlamakla, Müslümanları onlar­dan uzak tutmak istemiştir; çünkü onlarla temas kuracak ve dost ola­cak olurlarsa, onların etkisinde kalıp imanlarını yitireceklerini, İsla­mı terk edeceklerini ve kendisine karşı cephe alacaklarını düşünmüş­tür. Bu maksatla Kur'an'a biraz yukarıda belirttiğimiz gibi:

"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinme­yin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tu­tanlar, onlardandır..." (K. 5, Maide Suresi, ayet 51)

şeklinde ayet koymuştur. Başka bir deyimle, Yahudileri ve Hıristi­yanları birbirlerinin dostuymuş gibi göstermesinin nedeni, onların kendi aralarında birlik olup Müslümanları ayartacakları vehmine kapılmasındandır.

Gerçekten de Enes'in rivayetine dayalı bir hadisten öğrenmekte­yiz ki Neccar oğullarından Hıristiyan bir kişi Müslüman olduktan sonra Muhammed'e vahiy katipliği yapmaya başlar. Fakat az zaman sonra İslamı terk edip Hıristiyanlığa döner ve etrafa:

"Muhammed bir şey bilmez. Yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir"
diye konuşmaya başlar.1 Çünkü Muhammed'in Hıristiyanlıkla ilgi­li bilgileri Tanrı'dan değil kendisinden aldığını görmekle, onun pey

1 Buhari'nin Enes'ten rivayeti için bkz. Sahihi Buharı Muhtasarı..., c.IX, s.308320, Hadis No: 1477.

gamber olmadığını ve peygambere yakışır şekilde davranmadığını düşünmüş ve eski dinine, yani Yahudiliğe dönmek istemiştir.

Yine tekrar edelim ki, Muhammed kendi çevresindeki Hıristi­yanlardan İncil hakkında bilgiler toplarken şu veya bu nedenle Müslümanlığı kabul eden bazı Yahudilerden de Tevrat hakkında bilgiler edinirdi. Bu bilgilere dayalı olarak Kur'an'a, Tanrı'dan gel­diğini söylediği "vahiy"leri yerleştirmeye çalışırken, biraz önce de­diğimiz gibi, katiplerinden birinin İslamdan çıkması ve yukarıdaki şekilde konuşması, onu çok güç duruma sokmuştur. Bu tür sözlerin kendi taraftarlarını olumsuz şekilde etkileyeceğini hesaplamıştır.

Öte yandan Yahudileri kötülemek için bir de onların kendi ara­larında: "Kur'an'a inanmış gibi görünelim ama onu gizlice inkar edelim, böylece Müslümanları dinlerinden çevirelim" şeklinde ko­nuştuklarını söylerdi. Bu doğrultuda olmak üzere Tanrı'dan vahiy indi diyerek Kur'an'a, şu ayeti koymuştur:

"Ehli Kitab'tan bir kısım kimseler (dindaşlarına) dedi ki: '(Müslümanlara) nazil olana (Kur'an'a) siz de iman etmiş gi­bi görününüz; gündüzün evvelinde iman ediniz, (sonunda) in­kar ediniz! Olur ki, o Müslümanlar da dinlerinden dönerler'" (Âli İmran Suresi, ayet 72).

Ve işte bu tür bir taktikle Muhammed, Yahudileri ve Hıristiyan­ları birbirlerinin dostu ve Müslümanların müşterek düşmanıymış gibi göstermeye çalışmış, onlarla teması yasaklamıştır. Oysa ki, bi­raz önce dediğimiz gibi Hıristiyanlar, kendi peygamberlerinin Ya­hudiler tarafından öldürüldüğüne inanmış olarak onlara karşı dost­luk değil, düşmanlık beslemişlerdir.

Bu vesileyle şunu da ekleyelim ki Muhammed, sırf yukarıda be­lirttiğimiz nedenlerle, Yahudileri ve Hıristiyanları birbirlerinin dos­tu olarak gösterirken, yine kendi günlük siyasetinin icabı olarak on
ları birbirlerinin düşmanı olarak da göstermekten geri kalmamıştır. Böylece onların arasını açmak ve kendisine karşı birlik kurmaları­na engel olmak yolunu seçmiştir. Bu düşmanlığı sağlayabilmek iç­in başvurduğu taktik, İsa'yı ve İsa'nın anasını (Meryem'i) Yahudiler tarafından iftira ve saldırıya uğramış gibi göstermek olmuştur. Ni­tekim Nisa Suresi'ne koyduğu şu ayetler bunun kanıtlarındandır: "... Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmalarından ve 'Allah elçisi Meryem oğlu isa'yı öldürdük' demeleri yüzünden (onla­rı lanetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar: fakat (öldürdükleri) onlara Isa gibi gösterildi. Onun hakkında ihti­lafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yok­tur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah (İsa'yı) kendi nezdine kaldırmıştır..." (Nisa Suresi, ayet 156158.)

Görüldüğü gibi bu ayetlerde, İsa'nın anası Meryem'in Yahudiler ta­rafından iftiraya uğradığı ve İsa'nın da yine onlar tarafından öldürül­mek istendiği ve bu yüzden Tanrı tarafından lanetlendikleri bildiriliyor. Yorumcuların söylemesine göre yukarıdaki ayetlerde yer alan

".. .Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmalarından dolayı..." (Nisa Suresi, ayet 156)

şekindeki sözler, Yahudilerin Meryem'e zina isnatında bulunarak Tanrı'ya küfür etmeleriyle ilgilidir. Güya Yahudiler, Meryem'in hiç kimse ile cinsi münasebette bulunmadan ve sadece Tanrı'nın işare­tiyle İsa'ya hamile kalmasına inanmayıp ona zina isnat etmekle Tanrı'nın kudretini inkar etmişlerdir.

Yine Muhammed'in Kur'an'a koyduğu yukarıdaki ayetlere göre Yahudiler: "Biz İsa'yı öldürdük" demekle yalan söylemişlerdir, çün­kü aslında onu öldürmek istedikleri halde öldürememişlerdir; Tanrı bu fırsatı onlara vermemiştir. Yorumcuların açıklamalarına göre, güya Tanrı İsa'yı Yahudilerin elinden alarak başka birisini İsa kılığına sokmuş ve işte Yahudiler, İsa'dır diye onu öldürmüşlerdir.2 Bazı yorumculara göre güya Yahudiler İsa'yı öldürmek maksadıyla bir gö­zetici tutmuşlar ve o gözetici İsa'yı gözetmek için peşinden gittiği bir sırada Tanrı İsa'yı gökyüzüne alıp gözeticiyi İsa şekline sokmuştur. Bunun üzerine Yahudiler onu yakalamışlar ve adamcağızın: "Ben İsa değilim" demesine inanmayıp onu öldürmüşlerdir. Bazı yorumculara göre güya İsa, Yahudiler tarafından yakalanıp öldürüleceğini anladı­ğı zaman taraftarlarına: "Benim kılığıma sokulmaya razı olup Cenne­ti satın alacak olan kim var?" diye sormuş, bunun üzerine birisi: "Ben varım" deyince Tanrı bu adamı İsa'ya benzettirmiş ve İsa'yı da gökyüzüne almıştır. Ve bunun üzerine Yahudiler İsa'ya benzetilen ki­şiyi tutup öldürmüşlerdir.3 Dikkat edileceği gibi Muhammed, İsa'nın Yahudiler tarafından öldürülmediğine ve çünkü Tanrı'nın buna fırsat bırakmadığına dair bu ayetleri yerleştirirken anlatmak istemiştir ki "peygamberler insanlar tarafından öldürülemezler, çünkü Tanrı ken­di peygamberlerini insanların saldırılarından korur. Kuşkusuz ki Mu­hammed, İsa'nın Tanrı tarafından ölümden kurtarıldığı örneğini ve­rirken her şeyden önce kendisine karşı diş bileyen kişileri korkutmak istemiştir; yani demek istemiştir ki: "Beni öldürmek isteyenler şunu bilsinler ki Tanrı beni korur ve onları cezanlandırır."

Bütün bu yukarıda söylediklerimizden anlaşılacağı gibi Mu­hammed, Kur'an'a koyduğu ayetlerle, hem bir yandan Yahudileri Hıristiyanların dostu olarak (Maide Suresi, ayet 51) ve hem de düş­manı olarak göstermiştir (Nisa Suresi, ayet 156158). Ancak böyle yaparken Kur'an'a hem çelişkili ve hem de yanlış yeni hükümler koymak gibi bir yol izlemiştir.

2 Ayrıca Diyanet Vakfı'nın, Nisa Suresi'nin 157. ayetiyle ilgili yorumuna bkz.
3 Elmalılı H. Yazır, age, c.II, s.1516 vd

Kur'an'da Haman İle Karun, Mısır Firavunu'nun Vezirleri Olarak Tanımlanmışlardır; Oysa Yanlıştır, Çünkü Ne Haman ve Ne de...

Kur'an'da yer alan yanlışlardan biri de Acem asıllı Haman ile Yahudi asıllı Karun'un Mısır Firavunlarından birinin vezirleri ola­rak gösterilmeleriyle ilgilidir. Eğer Kur'an ayetlerini Tanrı'dan in­miş olarak benimseyecek olursak, bu takdirde Tanrı'nın tarihi olay­lar konusunda oldukça kıt bilgilere sahip olduğunu ve vahylerini yollarken büyük hatalara saplandığını kabul etmemiz gerekir ki, Tanrı fikrine ters düşer! Söylemeye gerek yoktur ki hataya düşen Tanrı değil, fakat Tanrı'yı o şekilde gösteren ve dolayısıyla yanlış­lıklara sebep olan Muhammed'dir. Şöyle ki:
 Kur'an'ın çeşitli surelerinde Mısır Firavunu'nun önemli adamla­rından Haman adında birinden söz edilir (Kasas Suresi, ayet 56; Ankebut Suresi, ayet 39; Mü'min Suresi, ayet 2324; 3637). Ancak
 * Kasas Suresi, ayet 56: Ankebut Suresi, ayet 39; Mü'min Suresi, ayet 2324; 3637.

sözü edilen hu Firavun'un hangi Firavun olduğu ve ne zaman yaşadı­ğı belli edilmemiştir. Fakat her ne olursa olsun, tarihi verilere göre bilimsel gerçek şu ki, Mısır Firavunlarından hiçbirinin "Haman" adında bir adamı ya da bu adı taşıyan bir veziri olmamıştır. Dinsel ve tarihsel kaynakların bildirmesine göre Haman, Mısır Firavunu'nun değil fakat İran hükümdarlarından birinin (Ahaşveroş'un) veziridir ve Muhammed muhtemelen kendisine verilen yanlış bilgilere kapılarak Kur'an'a Haman'ın Mısır hükümdarının (Firavun'un) adamı olduğu­na dair ayetler koymuştur. Bunun böyle olduğunu birazdan görece­ğiz. Fakat önce Kur'an'ın Haman'la ilgili hükümlerine göz atalım:

Kur'an'ın 28. sırasındaki Kasas Suresi'nin 3. ayetinde Tanrı'nın Musa ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını Muhammed'e anlat­mak istediği bildiriliyor: Bunu izleyen ayetlerde Firavun'un Mısır topraklarında yaşayan İsrailoğullarına kötü davrandığı, onların erkek çocuklarını öldürttüğü ve Tanrı'nın İsrailoğullarına iyilikte bulunmak istediği, Musa'nın anasına oğlunu emzirmesi için vahyettiği ve kor­ku duyacak olursa onu nehre bırakmasını söylediği, Musa'nın Fira­vun'un karısı tarafından kurtarılıp yetiştirildiği anlatılırken:

"... (Şüphe yok ki) Firavun ile (veziri) Haman ve askerleri suçlu idiler..."

deniyor ve Tanrı'nın:

"...Biz memlekette güçsüz sayılanlara (İsrailoğullarına) iyi­likle bulunmak ve... Firavun (ve) Haman ve her ikisinin asker­lerine çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk"

dediği ekleniyor (Kasas Suresi, ayet 38). Ayrıca Firavun'un kendi adamlarına ve bu arada Haman'a şöyle emrettiği belirtiliyor:

"... Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir tanrınız olduğu­nu bilmiyorum. Ey Haman! Benim için toprak üzerine bir ateş yak! Tuğla hazırlayıp bana bir kule yap! Çıkar; belki Mu­sa'nın Tann'sını görürüm. Doğrusu, onu yalancılardan sanı­yorum" (Kasas Suresi, ayet 38).

Yine bu doğrultuda olmak üzere Mü'min Suresi'nde Haman'ın Ka­run ile birlikte Firavuna tavsiyede bulunarak, Musa'nın ve ona iman edenlerin oğullarının öldürülmelerini istemiş olduğuna dair şu var:

"Andolsun ki biz Musa'yı mucizelerimiz ve apaçık bir hüccet­le, Firavun, Haman ve Karun'a gönderdik. Onlar: Bu, çok ya­lancı bir sihirbazdır! dediler. İşte o (Musa), tarafımızdan ken­dilerine hakkı getirince: Onunla beraber iman edenlerin oğul­larını öldürün, kadınları sağ bırakın! dediler. Ama kafirlerin tuzağı elbette boşa çıkar" (K. 40, Mü'min Suresi, ayet 2325).

Ayetin yorumuna göre Haman, Firavun'un divanında Kanın ile bir­likte görevlidir, daha doğrusu Firavun'un başveziri olarak iş görmekte­dir. Musa'nın doğacağını öğrendiği için Firavun'a Mısır'daki bütün er­kek çocukların öldürülmelerini tavsiye etmiştir. Musa'nın "apaçık bir hüccet"le ve "mucizelerle" ortaya çıktığını görünce, onu sihirbazlıkla, yalancılıkla suçlamıştır. Yine Kur'an'a göre Firavun, Musa'nın Tann'sı­nı görebilmek için Haman'a bir kule yapmasını emretmiştir:

"Firavun: Ey Haman! Bana bir kule yap! Belki yollara, gökle­rin yollarına erişirim de, Musa'nın Tann'sını görürüm! Doğru­su ben, onu yalancı sanıyorum dedi. Firavun'a kötü işi böylece güzel gösterildi. Ve doğru yoldan alıkonuldu. Firavun'un düze­ni elbette boşa gidecekti" (Mü'min Suresi, ayet 3637).

Ankebut Suresi'nde Tanrı'nın Musa'ya düşmanlık yapan Firavun ile Haman hakkında şöyle dediği yazılı:
"Firavun'u ve Haman'ı da yok ettik..." (K. 29, Ankebut Sure­si, ayet 39.)

Görülüyor ki bu ayetlerde adı geçen Haman, Mısır'da Firavun'un baş adamı, muhtemelen veziri olarak ve Musa ile aynı dönemde yaşa­mış şekilde gösterilmiştir. Oysa ki, kaynaklara göre Haman, ne Mı­sır'da bulunmuştur, ne Mısır Firavunu'nun, veziri olmuştur ve ne de Musa'nın yaşadığı dönemlerde yaşamıştır. Aksine Musa'dan birçok yüzyıl sonra yaşadığı kabul edilen Acem krallarından Ahaşveros'un başvezirliğini yapmıştır. Yahudilerin Tevrat'ında (Ahdi Atik'in Ester adlı kitabında) anlatılan budur. Ne var ki Tevrat'ız, anlatılanlar Kur'an'da yanlış olarak yansıtılmıştır. Yanlışlığın nedeni Haman ile il­gili olarak Tevrat'la anlatılan hikayenin Musa ile ilgili hikayelere ben­zer olmasıdır. Bu hikayeler Muhammed'e, muhtemelen Yahudiler ta­rafından ya da Tevrat hakkında bilgisi olduğunu söyleyenler tarafın­dan nakledilmiştir; fakat dediğimiz gibi o bunları, Tevrat'la yer alan benzeri hikayelerle karıştırmıştır.

Gerçekten de Tevrat'ın (Ahdi Atik) Ester adlı kitabında Haman, Yahudi düşmanı olarak bilinen bir kimsedir ki, İran krallarından Ahaşveroş'a vezirlik yapmıştır. Hikayeye göre İran Kralı Ahaşveroş, kendisine yakın bildiği Hammedata'nm oğlu Haman'ı küçük yaşlar­dan itibaren büyütmüş ve sonra onu kendisine başvezir tayin etmiş­tir. Ettikten sonra da ülkesindeki bütün kullarına, Haman'ın önünde eğilip yere kapanmalarını emretmiştir. Acak ne var ki Mordekay adında bir Yahudi bu emre riayet etmez ve Haman'ın önünde yerlere kapanmaz. Kapanmadığı için Haman öfkelenir, hiddetinden küplere biner. Bu öfkeyle krala giderek ülkede bulunan bütün Yahudilerin yok edilmelerini ister. Kral da onun isteği veçhile hareket eder ve ül­kesindeki bütün Yahudilerin (çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar dahil ol­mak üzere) öldürülmelerini emreder. Haber, kralın karısı Ester'in ku­lağına gittiğinde Ester bin bir entrikaya başvurarak bu emrin uygu­lanmasını önler; en sonunda da Haman'ı kralın gözünden düşürtür ve astırtır (Ahdi Atik'in Ester adlı kitabının 27 Baplarına bkz). Ester'in bu şekilde hareket etmesinin ve kraliyet sınırlan içinde yaşayan Ya­hudileri ve dolayısıyla Mordeka'yı ölümden kurtarmasının nedeni, kendisinin de aslında Yahudi olmasından ve vaktiyle Mordekay tara­fından yetiştirilmiş bulunmasındandır. Gerçekten de Ahdi Atik'le an­latılanlara göre Mordekay, vaktiyle amcasının yetim kızı olan Ester'i yanına almış ve yetiştirmiştir. Daha sonra Mordekay, Yeruşalim'den (Kudüs) sürülmüş ve Ester de onunla birlikte İran Kralı Ahaşve
roş'un sarayına götürülmüştür; götürülürken Mordekay Estere Yahu­di kavminden olduğunu bildirmeyip gizli tutmasını tembih etmiştir. Ahaşveroş, güzel bir kadın olan Ester'i gördüğü an hoşlanmış, onu bütün kadınlardan fazla severek kraliçe yapmıştır. Günlerden bir gün Mordekay, kral sarayının kapısında oturmaktayken eşik bekçilerinin kendi aralarında gizlice konuşmakta olduklarını fark eder. Kulak ka­bartıp dinlediğinde onların krala karşı bir darbe hazırladıklarını anlar ve durumu Ester'e bildirir. Ester de kralı durumdan haberdar ederek suikast eylemini önlemiş olur. Bu davranışı nedeniyle kralın sevgi ve güvenine bir kat daha sahip olur. İşte bu güven ve sevgiye sahip ol­duğu içindir ki yukarıdaki şekilde kral üzerinde etkide bulunmuş ve Yahudilerin, bu arada Mordeka'nın öldürülmeleri hususunda Ha­man'ın girişimlerine engel olabilmiştir.
Hemen ekleyelim ki bu olay, Musa ile ilgili olarak Tevrat'ın Çı­kış adlı kitabında anlatılan bir başka olaya çok benzer. Şu bakımdan ki Musa da Yahudi kavmindendir. Mısır Hükümdarı Firavun, Yahu­dilerin öldürülmelerini emrettiği zaman Musa'nın anası, yeni doğan oğlunu bir sepet içerisinde Nil Nehri'ne bırakmış ve sepet Fira­vun'un eşi tarafından sudan alınmış, böylece Musa, Firavun'un sa­rayına yerleştirilmiştir.

Dikkat edilecek olursa Tevrat'ın Ester başlıklı kitabında sözü edilen olaylarla (örneğin İran Kralı Ahaşveroş'un, başvezir Ha­man'ın tavsiyesi üzerine Yahudilerin öldürülmelerine karar vermesi olayı) Tevrat'ın Çıkış kitabında sözü edilen Firavun/Musa olayları (örneğin Firavun'un vezirlerinin Yahudilerin öldürülmeleri husu­sundaki girişimleri) arasında benzerlikler vardır. Bu benzerlik Tev­rat'ı (Ahdi Atik) yazan Yahudi din adamlarının kasıtlı uydurmala­rından doğmuştur. Zira kitabın çeşitli bölümlerini hazırlayan çeşitli yazarlar, her devir itibariyle Yahudi halklarını Yahudi düşmanlığın­dan koruyor görünürlerken, bir de Yahudi danışmanlarını ya da ele­manlarını yabancı krallara akıl vermiş gibi göstermek istemişler ve böylece bu kitabı aynı temanın farklı işlenişleri şekline sokmuşlar
dır. Örneğin yukarıdaki olaylarda, nasıl ki güya İran Kralı Ahaşveroş'un veziri Haman Yahudilerin öldürülmelerini istemişse, Fira­vun'un yardımcıları da çoluk çocuk, kadın erkek bütün Yahudilerin öldürülmelerini istemiş olmaktadırlar. Ancak bu iki farazi olay ara­sında yüzlerce yıl geçmiştir.

Ve işte Muhammed, Yahudilerden naklen gelen yukarıdaki iki hikaye ile ilgili olayları birbiriyle karıştırmış ve Haman'ı yanlış ola­rak Firavun'un adamı (muhtemelen veziri)ymiş gibi göstermiştir. (Ya da muhtemelen Kur'an'ı derleyenler böyle yapmışlardır!)

Benzeri bir yanlışlık Karun'la, ilgili ayetler bakımından da söz konusudur; hem de daha açık şekilde! Gerçekten de Kur'an'da Ka­run, hem bir yandan Firavun'un veziri gibi gösterilmiştir ve hem de diğer yandan Musa'nın toplumundan olan ve fakat zenginliğiyle şı­mardığı için kendi toplumu tarafından dışlanan ve sonunda Tanrı ta­rafında yerin dibine batırılan bir kimse olarak tanıtılmıştır. Başka bir deyimle Kur'an'daki Karun ile ilgili ayetler, birbiriyle çelişir bir yanlışlığın kanıtıdırlar. Bakınız nasıl?

Biraz yukarıda değindiğimiz gibi Kur'an'ın Mü'min Suresi'nde Karun'un tıpkı Haman gibi Firavun'un adamlarından olduğu bildi­riliyor. Tıpkı Haman gibi o da Musa'nın doğacağını haber aldığı iç­in, onun ve ona iman edenlerin (İsrailoğullarının) öldürülmelerini istemiştir. Gerçekten de ayetler şöyle:

"Andolsun ki biz, Musa'yı mucizelerimiz ve apaçık hüccetle Fira­vun, Haman ve Karun'a gönderdik. Onlar: Bu çok yalancı bir si­hirbazdır. .. Onu ve onunla beraber iman edenleri öldürün, ama kadınları sağ bırakın dediler... (Bunun üzerine) Firavun: Bıra­kın beni... Musa'yı öldüreyim ... Çünkü ben onun, dininizi değiş­tireceğinden yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum (dedi)..." (K. 40, Mü'min Suresi, ayet 2326.)

Dikkat edileceği gibi Tanrı Musa'yı mucizelerle donatmış olarak Firavun'a, Haman'a ve Karun'a gönderiyor ve onlar hep birlikte Musa'nın yalancı bir sihirbaz olduğunu, öldürülmesi gerektiğini söylüyorlar. Firavun da Haman ile Karun'a hitaben: "Ben Musa'nın dininizi değiştireceğinden ve fesat çıkaracağından korkuyorum, bı­rakın beni de onu öldüreyim" şeklinde konuşuyor! Bütün bunlar gösteriyor ki Haman ile Karun, sanki Firavun'un danışmanları (ör­neğin vezirleri) imiş gibi iş görmekteler.

Ne var ki Kur'an'ın Kasas başlıklı bir kaşka suresinde sözü edi­len Karun, Firavun'un adamı olarak değil fakat Musa'nın toplumun­dan çok zengin bir kimse olarak tanımlanır. Zenginliğiyle övünen ve kibirlenen bir kimse olduğu için kendi toplumu tarafından uya­rılmış ve sonunda Tanrı tarafından yok edilmiştir. Gerçekten de Kur'an'ın Kasas Suresi'nin 76. ayetinde şöyle yazılı:

"Karun, Musa'nın kavminden idi de onlara karşı azgınlık et­mişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk güç taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şı­marma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdi­ğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzula­ma..." (Kasas Suresi, ayet 7677.)

Görülüyor ki burada ne Firavun'dan, ne Haman'dan, ne Karun'un Haman ile birlikte oluşundan ve ne de Musa'nın doğduğu haberini alıp onun öldürülmesini Firavun'a tavsiye etmiş olmasından söz edil­mekte! Karun burada, sadece zenginliğiyle kibirlenen ve bu yüzden kendi toplumunun azarlamasına muhatap kılınan bir kimse olarak gösterilmiştir. Halkın bu tepkisi üzerine Karun, kendisine verilen zenginliğin kendi bilgisi nedeniyle uygun görüldüğünü söyler ve bü­tün ihtişamıyla biraz daha kibirlenir (Kasas Suresi, ayet 78). Onun bu ihtişamını görenlerden birçoğu, dünya hayatına düşkün oldukları iç­in zenginliğe özlem duyduklarını söylerler ve şöyle derler:

"Keşke Karun'a verilenin benzen bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı!" (Kasas Suresi, ayet 79).

Onların bu şekilde konuşmaları üzerine. Tanrı'nın "ilim" sahibi kıldığı kimseler şöyle derler:

"Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Al­lah'ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler ka­vuşabilir" (Kasas Suresi, ayet 80).

Bunu işiten Tanrı. Karun'u ve sarayını yerle bir eder ve Karun hakkında şöyle der:

"... Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi ol­madığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi" (Kasas Suresi, ayet 81).

Bunun üzerine halk, Karun gibi varlıklı olma özlemine kapıl­dıkları için pişman olur ve Tanrı'nın kendilerine bol rızık vermemiş olmasından dolayı mutluluk duyduklarını anlatmak üzere:

"... Demek ki Allah rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olsaydı, bi­zi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkarcılar iflah ol­mazmış! demeye başlarlar" (Kasas Suresi, ayet 82).

Başka bir deyimle şunu düşünürler ki, eğer Tanrı kendilerine bol rızık vermiş olsaydı, kendileri de tıpkı Karun gibi böbürlenecekler ve bu yüzden Tanrı'nın gazabına uğrayacaklardı. Oysa varlıklı ol­madıkları için, işte şimdi ahirete gideceklerdir. Bunun böyle oldu­ğu Kur'an'da şöyle bildirilmekte:

"İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgun­culuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet takva sahiplerinindir (Tanrı'dan korkanlarındır)" (Kasas Suresi, ayet 83).

Dikkat edileceği gibi Kur'an'ın Mü'min Suresi'nde, Firavun'un adamı (veziri) olarak ve Musa'nın ve İsrailoğullarının öldürülmele­rini ister bir kimse şeklinde gösterilen Karun, bu aynı Kur'an'ın Ka­sas Suresi'nde bambaşka bir kılıkta, yani Musa'nın toplumuna men­sup ve zenginliğiyle şımardığı için Tanrı tarafından cezalandırılan bir kimse olarak tanımlanmakta!

Hemen ekleyelim ki, Karanla ilgili olarak Kasas Suresi'nde yer alan bu hikayeyi Muhammed, toplumdaki ekonomik eşitsizliği Tanrı­sal irade şeklinde gösterip kolaylıkla sürdürebilmek için Kur'an'a ge­çirmiştir. Sadece bu örnekle değil fakat rızkın Tanrı tarafından keyfi şekilde dağıtıldığına dair Kur'an'ın çoğu suresine yerleştirdiği ayetler­le söz konusu eşitsizliği "doğal" bir şeymiş gibi tanımlamıştır.

Fakat her ne şekilde olursa olsun Karun konusunda Kur'an'da yer alan hikaye, her iki şekliyle de temelsiz ve yanlış niteliktedir. Pek muhtemeldir ki Muhammed (ya da Kur'an'ı hazırlayanlar), Tev­rat'ın Sayılar kitabında yer alan Korah'ı farklı bir şekle sokarak Ka­run adıyla Kur'an'a almıştır. Oysa hikayenin Tevrat'taki şekli bam­başkadır. Zira Tevrat'ın Sayılar kitabının 16. ve 25. baplarında adı geçen Korah, İsrailoğulları cemaatinden iki yüz elli "bey" ile birlik­te Musa ile Harun'a karşı çıkıp: 
".. .Niçin Rabbin cumhuru üzerine kendinizi yükseltiyorsunuz?"
 diye kafa tutan kişidir. Onlarla çekiştiği için Tanrı Korah'ı diğerle; riyle birlikte yerin dibine geçirir (bkz. Tevrat/Sayılar, Bap 16: 150; Bap 26: 911).
 Ve işte bu hikayeyi Muhammed, yukarıda gördüğümüz şekilde değişikliğe sokmuş, fakat sokarken yanlışlıklar yapmıştır.