5 Aralık 2011 Pazartesi

Tevrat' tan Peygamber Okumaları


Bu yazı, tümüyle Tevrat okumasına dayalı olarak yazıldı. Dolayısıyla Tevrat'tan önceki metinlerle Tevrat ve Kuran karşılaştırmasına dayanmaz ve böyle bir iddiası yoktur. Zaten böylesine kapsamlı bir başlık altında bunu yapmak koca bir kitap çıkarırdı ortaya. Ancak tek başına Tevrat ele alındığında bile son derece çarpıcı bir peygamberler tarihi ve onların kişiliklerine, eylemlerine dair bilgilerle karşılaşırız. Yazıda bir ön açıklama ve peygamberlik yapma olayına dair direk Tevrat üzerinden yapılan açıklamaların ardından üç önemli şahsiyet olan İbrahim, Musa ve Davut incelenmiştir.

Ortadoğu Dinleri’nin Ben Merkezciliği
Bana öyle geliyor ki, Müslüman kökenlilerin arasında Tevrat ve İncil’i okuyan oldukça azdır. Biz daha çok bu dinleri ve kitapları, İslam öğretilerine göre nasıl biliniyorsa öyle tanıyoruz. Gerçi birbirine yakın daha doğrusu ortak bir kökenden gelen dinler olduğu için kabaca bakıldığında, anlayışlarında çok köklü farklılıklar göze çarpmaz. Burada bir parantez açıp ortak kökenden gelme ile neyi kastettiğimizi söyleyelim. Bu üç din, Ortadoğu toplumlarının ürettikleri din anlayışının versiyonlarıdır. Üçü de bu topraklarda yeşermiş ve dünyaya yayılmıştır. Dolayısıyla Ortadoğu kültürü/gelenekleri her üçünde de son derece belirgindir. Bu dinler, İslamiyet tarafından ilahi dinler olarak kabul edilir (İslamiyetteki şu dördünce kitap, yani Zebur meselesi ayrıca tartışılması gereken bir konu). Burada önceki parantezin içinde bir parantez daha açalım. Avrupa merkezli bakış açısının bir benzerini de, din olgusu üzerinde görmek mümkündür. Bu dinlerin Ortadoğu merkezli olduğunu söyleyip sonra da Avrupa merkezli bakış açısıyla değerlendirmek bir çelişki gibi görünür, ama değil. Özellikle Hıristayanlığın, Roma İmparatorluğu tarafından kabul edilmesi ve Amerika’nın keşfinden sonra Kuzey ve Güney Amerika’nın Hıristiyanlaştırılması ile Hıristiyanlık, Avrupa merkezli anlayışın bir parçası haline gelmiştir. İslamiyet ise onun doğusunda varlığını sürdüren (Hıristiyan misyonerler tarafından dağıtılamayan diye de okuyabilirsiniz) bir din olarak varlığını sürdürmüştür.
Peki, dünyadaki 6 milyar insanın ürettiği diğer dinler ne oluyor? 1 milyar küsur insanın yaşadığı bir Çin ve bir o kadar da Hintli var mesela ve bunların apayrı dinleri. Amerika’nın ve Avustralya’nın eski yerlilerinin, Afrika’nın dinleri de mevcut. Bunların hiçbiri ilahi değil, bir tek Ortadoğu gibi dünyanın onda biri etmeyecek bir bölgede ortaya çıkmış üç din ilahi. Aslına bakarsanız eğer bu ilahilik değerlendirmesini Hıristiyan dini açısından yaparsak İslamiyeti de dışta bırakıyoruz. Çünkü Hıristiyanlığa göre, sadece Musevilik ve İsevilik ilahi. İslamiyet ise kendisini ve önceki ikisini ilahi görüyor. Yani merkeze dahil olunmak isteniyor ama onlar kabul etmiyorlar.
İlahi dinlerin, Ortadoğu kültürünün ürünü olma sorununa tekrar dönelim. Siz bu üç dinde, hiç Ortadoğulu olmayan bir peygamber duydunuz mu? Duyamazsınız, hepsi Ortadoğuludur. Ne bir zenci ne sarı ırktan biri vardır. Bu, gayet doğal bir şey aslında. Çünkü birkaç yüzyıl öncesine kadar dünya, bu kadar küçük değildi. Bir Romalı için dünyanın sonunda Hindistan vardı ama bilinmez bir yerdi. Amerika zaten bilinmiyordu. Afrika’nın ancak bir kısmı biliniyordu. Rusya’nın bozkırları, vahşilerin yaşadığı yerlerdi. Romalıların yaptığı haritalar bu konuda bilgi vericidir. Ancak son birkaç yüzyıl içinde bu uzak, yeni ülkelere ‘medeniyet’ ulaştı. Dolayısıyla bu dinlerin ortaya çıktığı çağlarda bütün dünya, Ortadoğu, Avrupa ve Afrika’nın kuzeyinden oluşuyordu.
Peygamberlik Yapmak Ne Demektir?
Peygamber okumaları’na başlamadan, peygamber sözcüğü üzerine de birkaç şey söylemeli. Tevrat’ı okurken peygamber sözcüğünün yeniden düşünülmesi gerektiği anlaşılıyor. Şu türden söylemler var mesela: “O günlerde falanca kente, filanca adında biri peygamberlik yapıyordu.” Hatta 1. Samuel bölümündeki iki versiyonlu bir öykü bu açıdan oldukça ilginçtir. Bir zamanlar, dile yerleşmiş olan “Saul da mı peygamber oldu?” sözünün kökenini açıklama iddiasında olan ilk pasaj şöyle:
Giva’ya varınca, Saul’u bir peygamber topluluğu karşıladı. Tanrı’nın ruhu güçlü biçimde üzerine indi ve Saul onlarla birlikte peygamberlikte bulunmaya başladı. Onu önceden tanıyanların hepsi, peygamberlerle birlikte peygamberlikte bulunduğunu görünce, birbirlerine “Ne oldu Kiş oğluna? Saul da mı peygamber oldu?” diye sordular.
Orada oturanlardan biri, “Ya onların babası kim?” dedi. İşte, “Saul da mı peygamber oldu?” sözü buradan gelir. Saul peygamberlikte bulunduktan sonra tapınma yerine çıktı. (1.Samuel, 10:9-13)
Bu pasajdan birkaç satır önce "peygamberlik yapma" ritüeli daha da belirgin tanımlanmış:
Kente girince, önlerinde cenk, tef, kaval ve lir çalanlarla birlikte peygamberlik ederek tapınma yerinden inen bir peygamber topluluğuyla karşılaşacaksın(1. Samuel, 10:5)
2. versiyonda da ‘peygamberlik yapma’ya ilişkin benzer bir pasaj var.
Bunun üzerine Saul, Davut’u yakalamaları için ulaklarını oraya gönderdi. Ulaklar, Samuel’in önderliğinde bir peygamber topluluğunun oynayıp coştuğunu gördüler. İşte o zaman Tanrı’nın ruhu, Saul’un üzerine indi. Onlar da oynayıp coşmaya başladılar. Saul olup bitenleri duyunca başka ulaklar gönderdi. Onlar da oynayıp coştular.(1. Samuel, 19:20)
Saul, Davut’u yakalamaya çalışıyor ama giden dönmüyor. Daha sonra Saul üçüncü kez ulaklar gönderiyor. Onlar da oynayıp coşunca, bakıyor olmayacak, kendisi gidiyor. Tam gideceği yere varınca Tanrı’nın ruhu, onun da üzerine iniyor. O da başlıyor oynamaya. Hatta giysilerini çıkarıp bütün gün ve gece çıplak yatıyor. Bahsedilen “Saul da mı peygamber oldu?” sözü de buradan geliyor. Bu arada bir dipnotta da şu belirtiliyor. “İbranice’den ‘oynayıp coşmak’ diye çevrilen ifade ‘peygamberlik etmek’ sözcüğünden türemiştir”.(Kutsal Kitap, yeni çeviri, sayfa 363)
Yukarıdaki iki metinde, aslında bir atasözünün kökeni, tümüyle iki ayrı versiyon olarak anlatılıyor. Benzer şekilde iki versiyonlu çok sayıda öykü var Tevrat’ta. Bunları başka bir yazıda inceleyeceğiz; çok versiyonlu öykülerin Tevrat’ın kökenini açıklamaya yararlı olacak metinler olduğu düşüncesi ile. Burada sadece peygamberlik yapma olayına değinilmek istenmiştir.
Yukarıdaki bölümlerden yola çıkarak ‘peygamberlik yapmak’, oynayıp gülmekmiş gibi bir anlam çıkarılmamalı. Bu sadece kutsal bir rituel tanımı ve sözcüklerin aynı kökene sahip olmaları da binyıllar boyunca peygamberlik yapan pek çok kişinin benzer ritüelleri olması nedeniyle olsa gerek. Yoksa kitleler halinde insanları sürükleyip götürebilmek için onları oynatmanın yeterli olmayacağı açık.
1. Krallar bölümünde peygamberlere ve peygamberlik etme kavramına ilişkin oldukça çok bilgi var. Birkaç sayfa içinde aynı dönemlerde yaşayan çok sayıda peygamber anlatılıyor. Süleyman’ın krallığı sırasında Silolu peygamber Asiya’dan; Tanrı adamı Semaya’dan; Yahudalı, adı verilmeyen bir başka tanrı adamından; Beytelli ‘yaşlı peygamber’den; Hanani oğlu peygamber Yehu’dan bahsediliyor. Bunlar aynı dönemlerde yaşıyorlar. Ama bu dönemin en önemli peygamberi kuşkusuz İlyas.
Peygamber Toplantıları
Peygamberler arasındaki ilişkiler üzerine de bilgi veren bölümler var. Bunlardan birinde Yahudalı adı verilmeyen tanrı adamı, Kral Yarovam hakkında kötü kehanetlerde bulununca, Yarovam tarafından yakalanmak istenir. Ama tanrı adamına uzattığı eli felç olur. Sonra yalvararak elini düzelttirir, ama kralın bütün yalvarmalarına rağmen tanrı adamı, kralın evine konuk olmayı kabul etmez.
O sıralarda aynı yerde, Beytel’de yaşayan yaşlı bir peygamber daha vardır. Bu peygamber, tanrı adamını bulur ve yolundan döndürmeye çalışır:
‘Ben de senin gibi peygamberim.’ dedi. ‘RAB’ın buyruğu üzerine bir melek bana, onu evine götür ve yiyip içmesini sağla’ dedi. Ne var ki yalan söyleyerek tanrı adamını kandırdı.(1.Krallar, 13:18)
Tanrı adamı, yolundan döndüğü için RAB tarafından cezalandırılır ve yolda bir aslan tarafından parçalanır. Cesedi, ceza olarak atalarının mezarlığına gömülmez. Zavallı tanrı adamını kandıran yaşlı peygamber, cesedi kendi mezarına gömüp “Ah, kardeşim!” diyerek ağıt yakar. “Ben ölünce beni bu tanrı adamının yanına gömün” diye de vasiyette bulunur.
Ancak peygamberlik olayına daha iyi açıklama getiren metinler peygamber toplantıları ile ilgili olanlar. Bu bölümde iki peygamber toplantısı anlatılıyor. Birincisi İlyas’ın, Baal’ın (başka bir tanrı) 450 peygamberi ve Asera’nın (yine başka bir tanrı) 400 peygamberi ile Karmel Dağı’ndaki yarışmasıdır. İlyas “RAB’ın peygamberi olarak sadece ben kaldım, Ama Baal’ın 450 peygamberi var. Bize iki boğa getirin. Birincisini Baal’ın peygamberleri alıp kessinler, parçalayıp odunların üzerine koysunlar; ama odunları yakmasınlar.”der. Diğerini de İlyas kesip koyar. Yarışmanın konusu, dua ederek ateş yaktırmaktır. Baal’ın peygamberleri bir türlü tanrılarına ateş yaktıramazlar, İlyas ateşi yaktırmayı becerir, böylece kendi tanrısının, ‘Asıl Tanrı’ olduğunu ispatlar.
Burada RAB’a bağlı bir tek İlyas’ın kaldığı söylenir ama kısa bir zaman sonra yine bir peygamber toplantısı yapılır, toplantıda Baal’ın peygamberleri değil RAB’ın peygamberleri vardır. Sayıları yine 400 dür. Bu sefer konu, İsrail Kralı’nın bir şehri almak için Aram ile savaşa girmesinin doğru olup olmadığıdır. İsrail Kralı Ahav, 400 peygamberi toplar ama dostu olan Yahuda Kralı Yehosafat, “Burada danışabileceğimiz RAB’ın başka peygamberi yok mu?” diye sorar. (400 peygamber neyine yetmiyorsa!) İsrail Kralı “ ‘Yimla oğlu Mikaya adında biri daha var’ diye yanıtlar. ‘Onun aracılığıyla RAB’a danışabiliriz. Ama ben ondan nefret ederim. Çünkü bana hiç iyi peygamberlik etmez, yalnız kötü şeyler söyler.’der. ” (1.Krallar, 22:8). Gerçekten de 400 peygamber “savaş, kazanırsın” derler. Ama Peygamber Mikaya, RAB’ın diğer peygamberlerin ağzına ‘aldatıcı ruh’ koyduğunu ileri sürer. Bunun üzerine peygamberlerden Kenaana oğlu Sıdkıya, yaklaşıp Mikaya’nın yüzüne bir tokat atar, “RAB’ın ruhu nasıl benden çıkıp seninle konuştu” der. Sonuç, Mikaya’nın dediği gibi olur. İsrailliler, Aramlılara yenilir ve Ahav savaşta ölür.
Burada da Tevrat’ta sıkça rastladığımız çok versiyonlu öykülerden birini görüyoruz. Daha önce aktardığımız, tanrı adamının aslan tarafından parçalanması öyküsü de, aslında bir başka çift versiyonlu öyküdür. Her ikisi de birer yarışma temelindedir, ama peygamberler değişir, yarışmanın konusu değişir, değişmeyen ise birinde İlyas’ın, diğerinde Mikaya’nın tek başına haklı çıkmasıdır.
Şöyle bir açıklama yapılabilir: Peygamber, tanrı ile konuşan, ondan talimatlar alıp insanlara bildiren kişilere denir. Ve bunların sayıları inanılmayacak kadar çoktur. Tarihin başından bu yana tanrı ile konuşmak çok yaygın bir inanış. Bunların hepsi yeni bir din kurmuş değiller. Hepsi bir kitap yazmış ya da getirmiş de değiller. (Aslına bakarsanız kitap getirdiğini iddia eden tek peygamber Muhammet’tir. İsa’nın böyle bir iddiası yok. O, Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia ediyor. Bu da çok rastlanan bir iddia aslında. Musa ise iki tane taş tablet getiriyor, bunların Tanrı’nın yazdığı tabletler olduğunu söylüyor, Anlaşma Sandığı’nda saklanıyor. Ancak Tevrat dediğimiz kitap bu tabletler değil, sonradan yazılmış metinler.) Ama giderek bu peygamberlik işine bir son vermek gerekince ‘son peygamber’ olayı gündeme geliyor: Hristiyanlığa göre İsa, İslamiyete göre Muhammet son peygamber.
İbrahim
Ortadoğu dinlerinde peygamberler sözüne inanılır, güzel ahlak sahibi, örnek kişiler olarak tanımlanır. Bir kişinin Tanrı tarafından peygamber olarak seçilebilmesi için böyle de olması gerekir. Asıl gelmek istediğimiz nokta burası: Acaba bu doğru mu? Bunu Tevrat’tan pasajlarla, İbrahim, Musa ve Davut’un yaşamından örneklerle inceleyelim. (Davut bildiğim kadarıyla Müslümanlar tarafından peygamber sayılıyor. Hristiyanların saymaması gerekir.)
Bilindiği gibi, daha doğrusu Tevrat’a göre İbrahim, Musa’dan birkaç kuşak eskidir. Benim çıkardığım soyağacına göre İbrahim, Musa’nın dedesinin dedesinin babası oluyor. Arada 5 kuşak var. (Gerçi 5 kuşak içinde, yani Musa’ya gelene kadar İsrailloğullarının sayısının 603.550 ye ulaşması gibi inanılmaz bir durum var. Üstelik bu sayı 20 yaşın üstündeki erkek sayısı. Bence Tevrat’taki kuşak sıralamasında eksiklikler var. ) Davut ise daha sonra geliyor. Beytlehemli İsay’ın oğlu.
İbrahim(Avram) en eski peygamberlerden. Öyküsü Tevrat’ın ilk bölümü olan Yaratılış’ta (eski adıyla Tekvin) anlatılıyor. İbrahim, ülkesindeki şiddetli kıtlık yüzünden Mısır’a gidiyor. En iyisi biz bu bölümün Tevrat’tan okuyalım:
Mısır’a yaklaştıklarında, karısı Saray’a, “Güzel bir kadın olduğunu biliyorum” dedi. “Olur ki Mısırlılar seni görüp ‘Bu onun karısı’ diyerek beni öldürür, seni sağ bırakırlar, lütfen ‘Onun kız kardeşiyim.’ de ki, senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar.”
Avram Mısır’a girince, Mısırlılar karısının çok güzel olduğunu farkettiler. Kadını gören firavunun adamları, güzelliğini firavuna övdüler. Kadın saraya alındı. Onun hatırı için Avram’a iyi davranıldı. Avram, davar, sığır, erkek ve dişi eşek, erkek ve kadın köle, deve sahibi oldu.
RAB, Avram’ın karısı Saray yüzünden firavunla ev halkının başına korkunç felaketler getirdi. Firavun Avram’ı çağırtarak, “Nedir bana bu yaptığın?” dedi, “Neden Saray’ın karın olduğunu söylemedin? Niçin ‘Saray kız kardeşimdir’ diyerek onunla evlenmeme izin verdin? Al karını git!”. Firavun, Avram için adamlarına buyruk verdi. Böylece Avram’la karısını sahip olduğu her şeyle birlikte gönderdiler.(Yaratılış, 12:10-20)
Olay bu kadarıyla kalsa iyi. ibrahim Mısır’a kıtlıktan kırılmamak için gider, oradan zengin olarak çıkar. Mısır’dan çıkınca, karısı ve servetiyle birlikte önce Negev’e, sonra Beytel’e, en son Hevron’daki Mamre Meşeliği’ne gider. İşte tam bu Mamre Meşeliği’nde, İbrahim’le Saray’ın başına şu meşhur çocuk sahibi olma olayı gelir. RAB, İbrahim’le karısına 3 melek gönderir. Saray’ın çocuğu olmamaktadır ve Saray artık iyice kocamıştır. Melekler Saray’a hamile kalacağı müjdesini verir. İbrahim’le Saray buna inanamazlar, çünkü çok yaşlıdırlar ve Saray adetten kesilmiştir. RAB için olmayacak şey yoktur ve Saray hamile kalır.
Mamre Meşeliği’nden sonra, geçici bir süre için İbrahim’le Saray Gerar’da kalırlar. Ve İbrahim burada da karısını, kız kardeşim diye tanıtır, yine aynı öldürülme korkusuyla. Bu sefer de Gerar Kralı Avimelek, Saray’ı alır. RAB, onun da rüyasına girer. Avimelek de korku içinde karısını İbrahim’e geri verir. Bununla da yetinmez, İbrahim’e bir servet de o verir.
Burada da aynı olayın farklı iki versiyon var gibi duruyor. Ama Tevrat bunu, devam eden olaylar dizisi gibi anlatıyor. Okurken bu nasıl iş diye düşünüyor insan. İbrahim, bütün servetini, karısını krallara, firavunlara peşkeş çekerek elde ediyor. RAB da İbrahim’in arkasını topluyor. Bir başka gariplik de 100 yaşına gelmiş, kocamış Saray, bu sefer de Avimelek tarafından beğeniliyor ve saraya gelin yapılıyor.
İbrahim’in oğlu İshak da , aynı şeyi yapıyor. O da yine Gerar’da kalırken karısı Rebeka’yı, kız kardeşi olarak tanıtıyor, karısı yüzünden yöre halkının kendisini öldüreceğinden korkarak. Neyse ki Avimelek, pencereden İshak’ın Rebeka’yı okşadığını görüyor da halkını RAB’ın gazabından kurtarıyor. Ama bu versiyonda kral, İshak’ın karısını almıyor, sadece “Niye Rebeka için ‘kız kardeşimdir’ dedin? Az kalsın halkımdan biri karınla yatacaktı.” diye İshak’a kızıyor. Bu sefer kral, İshak’a servet vermiyor ama “Bu adama ya da karısına dokunan öldürülecek.” diye ferman veriyor, İshak da, o yıl ektiği ekinin 100 katı ürün alıp zenginleşiyor.
Aslında tek bir öykünün, çeşitli kişilere mal edilmesi görülüyor. Tevrat bu türden yüzlerce örnekle dolu. Ama burada RAB’ın, İbrahim’in, İshak’ın haksız oldukları, ahlaki olmayan bir şey yaptıkları; tersine, suçsuz olan firavun, Avimelek ve halklarının ise haksız yere felaketlerle karşılaştıkları açık. Bu hareketler İbrahim’e ve İshak’a yakışır mı?
İbrahim’in bir başka olayı ise cariyesi ile ilgili. Karısı Saray, kısır olduğu için İbrahim’den, cariyesi Mısırlı Hacer’le yatmasını istiyor. İbrahim Hacer’le yatıyor ve İsmail oluyor. İsmail 14, İbrahim 100 yaşındayken Saray (sonradan Sara oluyor) biraz önce anlattığımız şekilde RAB’ın yardımıyla İshak’ı doğuruyor. İshak, sütten kesilince İbrahim bir şölen veriyor. Bu arada Sara, İsmail’in alay ettiğini görüp “Bu cariyeyle oğlunu kov.” diyor. İbrahim üzülüyor ama RAB rüyasına girip “Sara’nın dediğini yap.” diyor.
İbrahim Hacer’le İsmail’i alıp başka bir eve yerleştirmiyor, ne de başka bir şehre götürüp “Bundan sonra burada yaşayacaksınız.” diyor. Ne yapıyor dersiniz? Hacer’in omzuna bir tulum su verip çöle gönderiyor. Hacer, Beer-Şeva Çölü’nde bir süre dolaşıp su bitince oğlunu bir çalının altına bırakıyor.
Yaklaşık bir ok atımı uzaklaşıp “Oğlumun ölümünü görmeyeyim.” diyerek onun karşısına oturup hıçkıra hıçkıra ağladı(Yar, 21:16 )
Neyse ki RAB, çocuğun sesini duyuyor, meleklerini gönderip bir kuyu yaratıyor, çocuk çölde büyüyüp okçu oluyor.
Bir insan bugün bunu yapsa ne düşünürsünüz? “Tanrı rüyama girdi, götür çöle bırak dedi, bıraktım.” Olacak iş mi? Hele de bu İbrahim'in oğullarına yaptıkları! Kurban olayı da Tevrat'a göre İshak’ın başına geliyor. İslam'a göre bu olay İsmail'in başına geliyor. O bölüm de tüyler ürpertici. Ama çok bilinen bir öykü olduğu için aktarmıyorum. Hem İshak’in kurban edilmesi olayında, hem de annesiyle çöle bırakılması olayındaki temel mesaj ise şu: İbrahim, Tanrı’ya öylesine inanan bir insandı ki, RAB rüyasında oğlunu kes dese gider keserdi. Bugün biz böyle insanları tımarhaneye atıyoruz. Peygamber yapmıyoruz.
Musa
Musa’nın doğuşunun öyküsü çok ünlüdür. İbrani kadınların Mısırlı kadınlardan daha güçlü olması, ebe gelmeden doğum yapmaları ve giderek sayılarının artması üzerine firavun, İbranilerin doğurduğu bütün erkek çocukların Nil’e atılmasını, sadece kız çocukların sağ bırakılmasını emreder. Musa işte bu katliamlardan sağ kurtulur. Musa’nın ilk eylemi şöyle:
Musa büyüdükten sonra bir gün soydaşlarının yanına gitti. Yaptıkları ağır işleri seyrederken bir Mısırlının bir İbrani’yi dövdüğünü gördü. Çevresine göz gezdirdi; kimse olmadığını anlayınca, Mısırlıyı öldürüp kuma gizledi.(Cik, 2:11-12)
Firavun olayı duyar ve Musa’nın öldürülmesini ister, ama Musa, Mısır’dan kaçar ve kurtulur. Bir süre sonra RAB, Musa’ya görünür ve onunla bir arkadaş gibi ‘yüz yüze’ konuşur. Musa’ya, tekrar Mısır’a dönüp İbranileri oradan çıkarma görevi verir. Musa, RAB’ın bu isteğine direnir. Direnmeleri fayda etmez. Sonunda dili ağır, tutuk biri olduğunu söyler. İşin aslı şu ki; Musa kekemedir. RAB, bunun için ona yardım etmek üzere kardeşi Harun’u görevlendirir. Ve Harun, Musa’nın dili olur. (Cik, 3 ve 4)
Musa, uzun uğraşlar sonunda İbranileri, Mısır’dan çıkarmayı ve Kızıldeniz’den geçirip firavunun ordusundan kurtarmayı başarır. 40 yıl İbranileri çöllerde dolaştırdıktan sonra, yerleşecekleri topraklara götürür. Bu arada pek çok savaş ve katliamlar yaşanır. Burada bunlardan birini, Midyan halkının katledilmesi olayını aktaracağız. Ancak daha önce Musa’nın kişiliği üzerinde durmak gerekli. Tevrat’ın anlatımından oldukça sert bir mizaca sahip biri çıkıyor ortaya, sinirlidir ve kızınca gözü hiçbir şey görmez. Aslında daha ilk gençliğinde işlediği cinayet de bunu gösteriyor. Bunu başka bir örnekten de anlamak mümkün:
Musa Tanrı ile görüşmek üzere Sina Dağı’na çıkar. Bu görüşme Musa’nın ilk olarak dağda Tanrı’nın ‘kendi yazısıyla’ yazdığı taş levhaları aldığı görüşmedir. Musa, elinde taş levhalarla dağdan iner. Ancak dağda uzun süre kalması aşağıda bekleyen halkta sabırsızlık yaratır ve kardeşi ve ‘dili’ durumunda olan Harun’dan kendilerine tapınmak için put yapmasını isterler. Harun da halkın ‘küpelerini’ toplayıp bir buzağı yapar. Musa, dağdan inince halkının buzağıya taptığını görür ve deliye döner.
Musa ordugaha yaklaşınca, buzağıyı ve oynayan insanları gördü; çok öfkelendi. Elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçaladı. Yaptıkları buzağıyı alıp yaktı, toz haline gelinceye dek ezdi, sonra suya serperek İsraillilere içirdi.(Cik, 32:19-20)
Hadi Musa’nın halka kızması anlaşılır ama Tanrı’nın verdiği kutsal levhalardan ne istiyor. Bunları parçalamak neyin nesi. Nitekim RAB, bu levhaları daha sonra ikinci kez Musa’ya vermek zorunda kalacaktır. Öfkeden deliye dönmüş Musa, sonra da şu emri veriyor:
Musa şöyle dedi: “İsrail’in tanrısı RAB diyor ki ‘Herkes kılıcını kuşansın, ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün.’ ” Levililer, Musa’nın buyruğunu yerine getirdiler, o gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü. Musa “Bugün, kendinizi RAB’a adamış oldunuz” dedi. “Herkes öz oğluna, öz kardeşine düşman kesildiği için bugün RAB sizi kutsadı.”
...RAB, halkı cezalandırdı. Çünkü Harun’a buzağı yaptırmışlardı.(Cik, 32: 27-29 ve 35)
Halk bir puta tapıyor, yoldan çıkıyor ve ceza olarak Musa, kardeşi kardeşe kırdırıyor. Tüyler ürpertici bir vahşet yaşanıyor. Bu yolculuk boyunca benzer pek çok vahşet daha var.
Musa’ya RAB tarafından verilen talimatlar da aslında (nedense) Musa’nın kişiliğine ve eylem tarzına son derece uygundur. Bütün Kenan, Amor, Hitit, Periz, Hiv ve Zevus halklarının oturdukları topraklar İsrailoğullarına verilecek ve buradaki halklar oradan kovulacaktır. Pek çok defa RAB’dan bu halkları katletme talimatı gelir. Musa bu topraklara kendisi giremez, ama sonrakiler de aynı geleneği sürdürürler. Halklar katledile katledile İsrail toprakları ele geçirilir.
Bunlardan biri de Midyanlıların katledilmesidir. Burada sözü yine Tevrat’a bırakalım:
İsrailliler Sittim’de yaşarken, erkekleri Moavlı kadınlarla zina etmeye başladılar. Bu kadınlar, kendi ilahlarına kurban sunarken İsraillileri de çağırdılar. İsrail halkı yiyeceklerden yedi ve onların ilahlarına taptı. Böylece Baal-Peor’a bağlandılar. RAB bu yüzden onlara öfkelendi.
Musa’ya “Bu halkın bütün önderlerini gündüz benim önümde öldür” dedi, “Öyle ki, İsrail halkına öfkem yatışsın.”
Bunun üzerine Musa, İsrail yargıçlarına, “Her biriniz kendi adamlarınız arasında Baal-Peor’a bağlanmış olanları öldürün“ dedi.
O sırada İsrailli bir adam geldi, Musa’nın ve Buluşma Çadırı’nın girişinde ağlayan İsrail topluluğunun gözü önünde kardeşine Midyanlı bir kadın getirdi. Bunu gören Kahin Harun oğlu Elazar oğlu Pinehas topluluktan ayrılıp eline bir mızrak aldı. İsraillinin ardına düşerek çadıra girdi ve mızrağı ikisine birden sapladı. Mızrak hem İsraillinin, hem de Midyanlı kadının karnını delip geçti. Böylece İsrail’i yok eden hastalık dindi. Hastalıktan ölenlerin sayısı
24 000 kişiydi.(Say, 25:1-9)
Burada bahsedilen hastalık nedir? Zührevi bir hastalık salgını kastedilmiyor. Önceki paragraflardan da anlaşılacağı gibi İbranilerin Midyanlı kadınlarla yatmaları bir hastalık kabul ediliyor ve bu insanlar kılıçtan geçiriliyor. Aslında hastalık değil hastalığın tedavisinin bedelidir bu; 24 000 ceset.
Bu olaydan sonra Musa, İbranilerin sayımını yapar ve son eylemini yapmak üzere RAB’dan talimat alır. RAB’ın talimatı, Midyanlılardan İsraillilerin öcünü almasıdır. Arkasından ölecek ve yerini Yeşu’ya bırakacaktır. Musa işe koyulur. Ordusunu hazırlatır. Ordular bütün Midyan kentlerini yerle bir eder, 5 Midyan kralını öldürür, tüm Midyanlı erkekleri kılıçtan geçirir ve çocuklarla kadınları ve ganimeti alıp Musa’nın önüne getirirler. Burada yine olayı Tevrat’tan izlemeye devam edelim:
Musa savaştan dönen ordu komutanlarına –binbaşılara, yüzbaşılara- öfkelendi.
Onlara, “Bütün kadınları sağ mı bıraktınız?” diye çıkıştı. “Bu kadınlar Balam’ın verdiği öğüde uyarak Peor olayında İsraillilerin RAB’ına ihanet etmesine neden oldular. Bu yüzden RAB’ın topluluğu arasında ölümcül hastalık baş gösterdi. Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün. Yalnız erkekle yatmamış genç kızları kendiniz için sağ bırakın.”dedi.(Say, 31:14-18)
Tek kelimeyle dehşet verici. Ele geçirilen, erkekle yatmamış olan genç kız sayısı 32 000 dir. Katliamın boyutunu artık siz düşünün. Uzun uzun ganimet ve paylaşım listesi veriliyor. 675 000 davar, 72 000 sığır, 61 000 eşek, erkekle yatmamış 32 000 kız.
Bu talimatı veren kişi bir peygamberdir. Burada bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Sorun kesinlikle ve kesinlikle inançla ilgili falan değildir. Öyle olsaydı henüz inançtan bihaber binlerce çocuk öldürülmez, yerine Baal-Peor’a bağlı olmaları muhtemel olan genç kızlar öldürülürdü. Çocuklar da alınıp kendi inançlarına göre yetiştirilirdi. Burada, olay bir inanç sorunu imiş gibi gösterilmiş sadece. Oysa savaşa katılan erkeklerin cinsel tatminleri ve köle ihtiyacıdır söz konusu olan.
Bu örneklerden de görüldüğü gibi Musa, çoluk çocuk demeden on binlerce kişiyi katlettiren, son derece sert bir mizaca sahip, gaddar bir komutandır. Hiç de bir peygambere yakıştırılamayacak kadar çok katliam yapmıştır.
Davut
Tevrat’ın 1. ve 2. Samuel adlı bölümlerinde İsrail’in ‘Hakimler’ döneminden krallığa geçiş olayları anlatılıyor. İsrail’in ilk kralı Saul, ikincisi ise Davut’tur. Aslında Tevrat’ta Davut bir peygamber olarak tanımlanmaz. Ama nedense, Müslümanlar Davut’u bir peygamber olarak tanıyorlar. Bu, sanırım İslamiyet’in, Musevilik ve Hıristiyanlığa ilişkin yaptığı hatalardan biri. Tevrat’a göre ise Davut’un kral olduğu sırada bir başkası, Natan adında biri peygamberdir. Ve RAB dileklerini Natan aracılığıyla Davut’a aktarır. 2. Samuel tümüyle Davut’un krallığını anlatıyor. Bu bölümün başındaki notlara bakılırsa Davut’un yaşamı ve başarıları o denli çoktur ki, İsrail halkının her zaman özlediği bir kral olmuştur.
Davut’un Bat-Şeva ile arasındaki olay ilginç. İlkbaharda, ordular savaşa giderler. Davut komutanı Yoav’ın önderliğinde ordusunu savaşa gönderir. Kendisi Yerusalim’de (Kudüs) kalmaktadır. Bir akşamüstü yıkanan bir kadın görür ve beğenir. Kim olduğunu sorar ve evli olduğunu öğrenir. Buna karşın kadını getirtir ve onunla yatar. Sonra da ordusunun başındaki Yoav’dan kadının kocası olan Hititli Uriya’yı kendine göndermesini ister. Uriya cepheden dönüp Davut’un yanına gelir. Davut ordunun ve savaşın durumunu sorar. Sonra da Uriya’ya, “Evine git, rahatına bak.” der. Arkasından da armağan gönderir.
Ne var ki, Uriya evine gitmez ve bütün adamlarıyla birlikte sarayın kapısında uyur. Davut, bunu öğrenince “Savaştan geldin, niye evine gitmedin?” diye sorar. Uriya son derece erdemli bir cevap verir: Bütün ordunun çardaklarda yattığını, onlar savaştayken kendinin yiyip içmek, karısıyla yatmak için eve gidemeyeceğini söyler. Ertesi gün Davut bu kez, Uriya’yı içirip sarhoş eder ama Uriya yine evine gitmez.
Sabahleyin Uriya aracılığı ile Yoav’a bir mektup gönderir. Bu mektupta “Uriya’yı savaşın en şiddetli olduğu cepheye yerleştir ve yanından çekil ki, vurulup ölsün.” yazılıdır. Uriya kendi ölüm fermanını bilmeden Yoav’a verir ve Yoav gerekeni yapar.
Yoav savaşla ilgili ayrıntılı haberleri Davut’a iletmek üzere bir ulak gönderdi. Ulağı şöyle uyardı: “Sen savaşla ilgili ayrıntılı haberleri krala iletmeyi bitirdikten sonra, kral öfkelenip sana şunu sorabilir: ‘Onlarla savaşmak için kente neden o kadar çok yaklaştınız? Şuradan ok atacaklarını bilmiyor muydunuz? ... O zaman niçin o kadar çok yaklaştınız? O zaman, ‘Kulun Hititli Uriya da öldü.’ dersin”(2. Samuel, 11:18-21)
Ulak haberi getirir, tahmin edilen konuşma yapılır, Uriya’nın da öldüğünü öğrenen Davut, ulağı avutur: “Bu olay sizi üzmesin! Savaşta kimin öleceği belli olmaz. Kente karşı saldırınızı güçlendirin ve kenti yerle bir edin!” Daha sonra da Davut Uriya’nın karısını saraya getirtir. Ondan bir oğlu olur.
RAB, Davut’a davranışı için kızar ve peygamber Natan aracılığıyla ona vereceği cezayı bildirir: İlk doğan çocuğu ölecektir ve ayrıca Davut’un karıları bütün İsraillilerin gözü önünde bir yakınının yatağına sokulacaktır. Nitekim Bat-Şeva’dan olan ilk oğlu ölür. İkinci oğlu ise meşhur Süleyman’dır. Daha sonra sarayın damında çadır kurdurup bütün İsraillilerin gözü önünde Davut’un cariyeleriyle yatan ise, onu deviren ve kısa bir süre krallık sürdüren diğer oğlu Avsalom’dur. Suçla ceza arasındaki ilişkiye bakın bir. Davut mu cezalandırılıyor, suçsuz oğlu mu, yoksa cariyeler mi belli değil.
Sonuç
Bahsedilen kişilerin gerçekten yaşayıp yaşamadıklarını bilmiyoruz. Belki birden çok kişinin başından geçmiş olayların bir araya getirilmesi söz konusudur, belki değişik anlatımlar vardır. Ama bu, bizim şu anda ilgilendiğimiz konu değil. Burada önemli olan peygamberlerin Kutsal Kitap’ta nasıl aktarıldığıdır.
Şunu kabul ederim ki, geçmişte yaşanmış olayları, bugünün değer yargılarıyla yargılamak doğru olmaz. Ancak karısını kız kardeşi olarak tanıtmak, savaşta çocuk ve kadınları kılıçtan geçirmek, başkasının karısını almak için bir adamı savaşta öldürtmek gibi şeyler 4000 yıl öncesinin değer yargılarıyla da ele alınsa sonuç değişmez, kötüdür. Bunun böyle olduğu zaten metinlerin kendi içinde de var.
Bu yazı bir Musevilik eleştirisi değil. Buradaki birtakım verilerden yola çıkarak İseviliğin ya da Muhammediliğin pür-i pak olduğu iddia edilemez. Bu dinlerin tarihinde de benzer yüzlerce olay var. Bence bütün bu kabul edilemez olaylara yol açan şey, her şeyden üstün değer olarak bir inancın, bir dogmanın kabul edilmiş olmasıdır. Çağdaş değerler sistemiyle örtüşmeyen ve bir din anlayışı için, bir tanrı anlayışı için her şeyi haklı kabul eden çağdışı bir anlayıştır, bütün bu çirkinliklere yol açan. Yukarıdaki kişiliklerin, RAB gözünde üstün sayılmasının tek nedeni inançları için her şeyi yapabilecek olmalarıdır. En azından açıklamalar hep bunun üzerinden yapılmaktadır. Eğer RAB’a inanıyorsa, onun dediklerini yapıyorsa bu yeterlidir. Katlet denince katledilir, yak denince yakılır. Dolayısıyla İbrahim’in oğlunu kesmeye kalkışması, Musa’nın katliamları, birer manyaklık değil, Tanrı’nın sözüne sadakat sayılır.
İnsanlık, binlerce yıl içinde bin bir emek ile toplumsal bir değerler sistemi yarattı, giderek bunu geliştirdi. Ancak bu değerler binyıllar boyunca hep tanrılara mal edildi, sanki onun/onların emirleriymiş gibi gösterildi. İnsanları hem kolayca ikna etmek, hem korkutup düzene uymalarını sağlamak için keşfedilmiş bir yöntemdi bu. Bugün çağdaş ve bilimsel yöntemlerin ışığında böyle korkutmalara, ideolojik manipülasyonlara baş vurmaksızın doğru olanın, ahlaki olanın, meşru olanın ne olduğunu anlayabilecek durumdayız. Artık bu araçlar bizim için birer antika değer niteliğinde şeyler. Ama atalarımızın binlerce yıllık kültürel ürünleri ve bize bıraktığı bir miras var. Bu mirası incelemeye devam edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder