13 Aralık 2011 Salı

“Çelişkili” Hükümlerle Verilen Din ve Bundan Doğma Olumsuz Sonuçlar

“Çelişkili” Hükümlerle Verilen Din ve Bundan Doğma Olumsuz Sonuçlar Şeriat hükümlerinin çelişkilerle, tutarsızlıklarla dolu oluşunun yarattığı sakıncalar sınırsız denecek kadar çoktur. Bu sakıncalar, hem yaşam sorunlarına çözüm bulamamak ya da bu sorunları olumsuz sonuçlara bağlamak açısından, hem de asıl kişileri akılcı gelişmeden ve düşünme gücünden yoksun bırakmak bakımından söz konusudur. Kısaca özetlemeye çalışalım.
I) YAŞAM SORUNLARINA ÇÖZÜM BULMA GÜÇLÜĞÜ YARATMAK BAKIMINDAN, ÇELIŞKILER SISTEMININ ORTAYA ÇIKARDIĞI SAKINCALAR
Çelişkiler sisteminin yarattığı olumsuzlukların başında, birbirleriyle çatışan hükümlerden hangisinin uygulanacağının bilinememesi gelir ki, bu da yaşam sorunlarını çözümlenemez durumda kılmaya yeterlidir. İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bırakınız sıradan ya da halktan kişileri, ulema sınıfı da bu yüzden, çoğu zaman ne yapılması gerektiğini kestiremez durumlarda kalmışlardır. Daha ilk zamanlarda bile, Ashabı Kiram’in,’ birtakım önemli sorunlar karşısında ne yapacaklarını bilemeyip sorulara hemen yanıt veremediklerini ve işi “talik” ettiklerini, İslam kaynaklarından öğrenmekteyiz. Örneğin, Hulefayı Raşidin’den sayılan Osman b. Affan bile Kur’an’daki çelişmeler karşısında çoğu kez kararsız kalmış, önüne getirilen sorunları çözümleyememiştir. Nitekim önemli bir konu olarak kendisine, iki kardeşin “mülki yeminde cem’i caiz olup olmadığı” sorulduğunda, “Ne bileyim? Bunu (Kur’an’daki) bir ayet
“Ashabı Kiram” deyimi Muhammed’i görmüş, onunla konuşmuş olanlar için kullanılan bir deyimdir.
helal, öbür ayet de haram kılmıştır” demiş ve işin içinden çıkamaz durumda kaldığını bildirmiştir.2 Abdullah İbni Amr ise, çelişmeler yüzünden“nezir3 gününün bayrama rastlaması halinde ne yapılması gerektiği” konusunda kararsız kalmıştır. Nitekim, kendisine, “Pazartesi günleri oruç tutmayı nezreden bir kimsenin nezir günü bayram gününe tesadüf ederse, bu adamın vaziyeti ne olur?” diye sorulduğunda, “Ne bileyim? Bir tarafta Allah nezrin yerine getirilmesini emrediyor, öbür tarafta da Resulullah bayram günü oruç tutmayı yasak etmiştir” diyerek kararsızlığını bildirmiş ve fetva vermekten çekinmiştir.4 Bunlara benzer örnekler çok. Görülüyor ki, Kur’an’ın çelişkili hükümleri, yaşam sorunlarına çözüm bulmak bakımından güçlük yaratmakta!
II)        YAŞAM SORUNLARINI OLUMSUZ SONUÇLARA BAĞLAMAK BAKIMINDAN, ÇELIŞKILER SISTEMININ ORTAYA ÇIKARDIĞI SAKINCALAR
Çelişkiler sisteminin sakıncalı olan yönü, sadece ayetlerin uygulanmasında rastlanan güçlük ve kararsızlık değildir. Sakıncalı olan diğer bir yönü, yaşam sorunlarını “olumsuz” şekilde çözüme bağlama zorunluluğunu yaratmış olmasıdır:
Daha önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi, Kur’an’daki çoğu sure ve ayetlerin kesin olarak ne zaman ve nerede “indiği” bilinmez. Nice örneklerden biri olarak hicab ayetini ele alalım! Katade’ye göre, bu ayet Hicret’in 5. yılında inmiştir; Ebu Ubeyde Ma’mer’in söylemesine göre, Hicret’in 3. yılında, İbni Sa’d’ın söylemesine göre ise Hicret’in 4. yılının “Zilkadesinde”,””nazil” olmuştur.6 Bununla beraber hangi surelerin ve ayetlerin Mekke döneminde, hangilerinin Medine döneminde indiği konusunda az çok bir görüş birliği vardır. Bu da ortaya, birbiriyle çelişkili hükümlerden “olumsuz” nitelikte olanların, olumlu olanları yok etmesi gibi bir sonuç doğurmakta. Çünkü, akıl ve mantığın emrettiği şudur ki, herhangi bir hüküm, ancak kendisinden
2  Sahihi...,c.11,s,52.
3 ‘”Nezir” sözcüğü “nezr”kökünden gelme olup “adama” anlamındadır.
4  Sahihi...,c. 1,5.52.
5 “Zilkade”, Arabi ayların on birincisidir.
6  Sahihi...,c. l,s.48.


önce konmuş olan bir hükmü ortadan kaldırabilir. Geleceğe yönelik olarak hüküm iptali diye bir şey yoktur. Bu itibarla çelişme ve çatışma halinde bulunan iki hükümden önce konmuş olanın, sonradan konan hükümle ortadan kaldırılmış olması doğaldır. Bu böyle olduğuna göre, şimdi“Mekke” dönemine ait ayetlerle, “Medine” dönemine ait ayetlerin niteliklerine göz atalım:
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Mekke dönemine ait bilinen ayetler ki “Mekki” diye bilinir, genellikle yumuşak, barışçı, hoşgörülü ve insaflı gibi görünen ayetlerdir. Buna karşılık daha sonraki Medine döneminin ayetleri ki “Medeni” diye bilinir genellikle şiddet, ölüm ve dehşet saçıcı, sert, saldırgan, hoşgörüsüz, insafsız nitelikte ayetlerdir. Bu itibarla “Mekki” ayetlerle “Medeni” ayetler çoğu zaman tam bir çelişme halindedirler. Daha önce belirttiğimiz gibi, bunun da nedeni, Mekke dönemindeyken Muhammed’in, henüz güçlenmemiş olmasıdır. Güçlenmediği için kılıç yoluyla, yani zor kullanarak ve şiddete başvurarak iş görme olasılığından yoksundu. Buna karşılık Medine’ye geçince yavaş yavaş güçlenmiş ve bu sayede şiddet siyasetine yönelmiştir. Nitekim, bunun böyle olduğunu anlamak için, daha önceki sayfalarda belirttiğimiz çelişkili hükümleri şöyle bir göz atmak yeterlidir. Örneğin, Mekke döneminde indiği kabul edilen Gaşiye Suresi’nde hoşgörü niteliğinde görünen şu ayetler var:
“Ey Muhammed, sen öğüt ver; esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin... Kim inkar ederse Allah onu... azaba uğratır... Hesaplarını görmek bize düşmektedir” (Gaşiye Suresi, ayet 2126).
Burada Muhammed’in “öğüt verici” olduğu, “kafir”lere karşı zor kullanmaması gerektiği ve “kafır”lerin hesabının Tanrı tarafından görüleceği bildirilmekte.
Ancak, bu aynı Kur’an’ın Medine döneminde indiği kabul edilen Tevbe Suresi’nde,7 İslami kabul etmedikleri için “müşrik”lerin (puta tapanların) öldürülmelerini emreden, yine aynı şekilde ehli kitab’a
7 129 ayetten oluşan Tevbe Suresi’nin son iki ayeti (yani 128. ve 129. ayetler) hariç, diğerleri Medine döneminde inmiş kabul edilir.
(yani Yahudilere ve Hıristiyanlara) karşı savaş açılmasını ve İslami kabul etmelerine ya da “cizye” (kafa parası) vermelerine kadar savaşın sürdürülmesini öngören ayetler var:
“Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da verirlerse anık yollarını serbest bırakın...” (Tevbe Suresi, ayet 5).
Burada, müşriklerin ölüm tehdidiyle İslama sokulmaları emredilmekte. Yine bunun gibi Tevbe Suresi’nin 29. ayeti şöyledir:
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslam dinini) kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (Tevbe Suresi, ayet 29).
Burada da, Tanrı’ya ve Muhammed’e boyun eğmeyen, İslami din olarak benimsemeyen Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı savaş açılması, bu savaşın, onlar tarafından küçülerek “cizye” (kafa parası) verilmesine kadar sürdürülmesi emredilmekte.
Şimdi geliniz yukarıda belirttiğimiz Gaşiye Suresi’nin ayetleriyle Tevbe Suresi’nin ayetlerini karşılaştıralım. Kuşkusuz ki, Gaşiye Suresi’nde yer alan “Ey Muhammed! Öğüt ver, sen sadece öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin” şeklindeki ayetlerle, Tevbe Suresi’nde yer alan, müşriklerin öldürülmelerini ve Yahudilerle Hıristiyanlara karşı savaşılmasını emreden, yani şiddet ve savaş yolunu öngören yukarıdaki ayetler, birbirleriyle çelişme halindedirler. Zira birinciler höşgörülüğe yer verirmiş gibi görünen, ikinciler ise hoşgörü nedir bilmeyen ayetlerdir. Şimdi ne olacak? Birbiriyle çelişkili ve birbirine ters düşen bu ayetleri, birlikte uygulamak olanağı bulunmadığına göre, bunlardan hangisini geçerli, hangisini geçersiz sayacağız? Eğer, “Birbiriyle çelişen ayetler içerisinde, önce indiği kabul edilen ayetler, daha sonra indiği söylenen ayetler tarafından ortadan kaldırılmıştır” denecek olunursa, bu takdirde Gaşiye Suresi’nin hoşgörü niteliğinde sayılabilecek yukarıdaki ayetlerinin yok sayılıp, Tevbe Suresi’nin, “müşrik”lerin öldürülmelerini ya da ehli kitab’a karşı savaş açılmasını öngören ayetlerinin uygulanması gerekir. Çünkü, Gaşiye Suresi’nin bu ayetleri Mekke dönemine (yani daha önceki döneme), fakat Tevbe Suresi’nin ayetleri ise, daha sonraki Medine dönemine aittir. Böyle olunca, Mekke döneminin hoşgörülü hükümleri (yani Gaşiye Suresi’nin 21., 22., 24. ve 26. ayetleri), Medine döneminin ölüm saçan ayetleriyle (yani Tevbe Suresi’nin 5. ve 29. ayetleriyle) geçersiz kılınmış olacaktır. Nitekim, Muhammed, Mekke dönemindeyken Gaşiye Suresi’nin yukarıdaki hükmü (ya da Kur’an’ın benzeri ayetleri) doğrultusunda olmak üzere iş görürken, yani kendisini “tebliğ edici”, “öğüt verici” gibi gösterirken ve çete göndermek ya da savaş yapmak gibi yollara hiç yönelmemişken, Medine’ye geçtiği tarihten ölümü tarihine gelinceye kadar, hep Tevbe Suresi’nin yukarıdaki ayetleri (ya da Kur’an’daki benzeri hükümler) doğrultusunda olmak üzere kılıç yoluyla iş görmüş, zor kullanmış, yirmi dokuz savaş yapmış, kırk kadar seriye (çete) göndermiş, müşrikleri yok etmiş, kitaplıları (Yahudileri ve Hıristiyanları) kılıçtan geçirmiş ya da yerlerinden sürmüş, esirler, ganimetler almıştır.
Kur’an ın nispeten yumuşak, barışçı ve hoşgörülü gibi görünen ayetleri genellikle Mekke döneminde, buna karşılık sert, dehşet saçan, savaşçı ve hoşgörüsüz ayetleri daha sonraki Medine döneminde kabul edildiğine göre, ikincilerin birincileri yürürlükten kaldırması halinde nasıl korkulu bir sonucun ortaya çıkacağı aşikardır. Nitekim, daha ilk anlardan itibaren Kur’an’ın “olumlu”ymuş gibi görünen ayetleri, “olumsuz” nitelikteki ayetler arasında kaybolup gitmiş ve bu yüzden İslam şeriatı “korkuyla verilen ve kılıç yoluyla yerleştirilen” bir “din”’niteliğine bürünmüştür. İslam şeriatı tarihi, bir yandan Orta Asya’lara, diğer yandan Afrika’nın kuzeyinden İspanya’lara kadar uzanan saldırı ve savaşlarla, kılıçla dehşet saçarak, kan akıtarak dini yaymak, insanları zor kullanarak ve özgürlükten yoksun tutarak yönetmek gibi örneklerle dolu bir tarih olmuştur. Sadece Orta Asya’daki Türklerin, Arap orduları tarafından kılıçtan geçirilerek Müslüman kılınmalarının örneğine göz atmak, bu konuda fikir edinmek için yeterlidir.
Denebilir ki, Kur’an ayetlerinin çelişkili oluşu, yaşam sorunlarına pek olumsuz, pek yıkıcı ve pek kötü bir çözüm bulma sonucunu yaratmıştır.
III)      “DÜŞÜNME GÜCÜ”NÜ YIPRATMAK VE “YARATICI ZEKA”YI YOK KILMAK BAKIMINDAN ÇELIŞKILER SISTEMININ ORTAYA ÇIKARDIĞI SAKINCALAR
Şeriat hükümleri (ve özellikle Kur’an ayetleri) arasındaki çelişkilerin yarattığı en sakıncalı sonuç, insan beyninin körlenmesi, düşünme gücünün yitirilmesi ve bu nedenle kişinin fikren gelişemez, akılcı yönde iş göremez durumlara sürüklenmesi şeklinde kendisini belli eder. Müslüman halkların l400 yıllık bitmeyen gerilikleri, yaratıcı zeka ve düşünme gücünden yoksunlukları, bunun en belirli kanıtıdır. Her vesileyle tekrarladığımız gibi, vaktiyle var olduğu kabul edilen ve iki yüz yıl gibi kısa denilebilecek bir süreyi kapsayan İslam uygarlığını yaratan şey,Kur’an eğitimi ya da İslamın kendisi değildir; Eski Yunan ve Roma kaynaklarıdır. İki yüz yıllık kısa bir süreyi aşmayan bu İslam uygarlığının yapıcıları, Kur’an ile ilim yapılamayacağını bildikleri için, çoğu zaman şeriata bağlıymış gibi görünerek şeriat çemberini aşabilmişler ve Eski Yunan, Roma uygarlıklarının kurucularından yararlanarak ilim yapabilmişlerdir. Bu konu, İslam uygarlığını yaratan bilim adamlarının kendi ağızlarıyla ortaya koydukları bir gerçektir.8 Ve bu bilim adamları, Kur’an kaynağı yerine Eski Yunan ve Roma’nın akılcı bilim kaynaklarını benimsediler diye, kısa zamanda “zındık”Ia ve “dinsizlik” damgalanmalardır; bu yüzden, bu kaynaklar terk edilmiş ve terk edildiği andan itibaren de İslam uygarlığı sona ermiştir.
Yine tekrar edelim ki, çelişkili şeriat verileriyle eğitilen kişinin düşünme yeteneği öylesine körletilmiştir ki, birbirine ters düşen şeyleri, aynı zamanda “geçerli”ymış gibi kabul edebilir hale gelmiştir. Bu nedenle, çelişmenin “çelişme” olduğunu fark edemez, fark etse de bunda bir“hikmet” yattığını sanır olmuştur. Verilecek örnekler pek çok; bunlardan birkaçını belirtmekle yetinelim:
Daha önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, şeriat eğitiminden geçmiş olan kişi, bir yandan “İslamda zorlama yoktur” (Bakara Suresi, ayet 256) şeklindeki hükümlere dayanarak “İslam hoşgörü dinidir” diye konuşurken, diğer yandan, zorlamayı öngören ve hoşgörüyü kökünden yok eden hükümlere dayalı olarak, farklı din ve inançta olanlara karşı düşmanlık
Aydın ve “Aydın” adlı kitabımda bu konular etraflıca belirtilmiştir.
beslemekten geri kalmaz ve örneğin Kur’an’daki “İslamdan başka bir dine yönelenler sapıktır!” (Ali İmran Suresi, ayet 85; Tevbe Suresi, ayet 33 vd...) ya da “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün!” (Tevbe Suresi, ayet 5) ya da “İslama aykırı bir inanışta ise analarınız, babalarınız, yakınlarınız için mağfiret dilemeyin, onların namazını kılmayın vd...” (örneğin, Tevbe Suresi, ayet 23, 84, 113; Ahzab Suresi, ayet 6061) gibi birçok buyruğa uymayı doğal sayar.
Bu aynı kişi, bir yandan, “Kur’an’ın 14 asır önce ilan ettiği kadın hakları hala ulaşılamamış bir yüceliktedir” şeklinde konuşurken,9 diğer yandan, şeriatın kadını aşağılatan hükümlerine sarılmakta sakınca bulmaz; bunları rahatlıkla savunabilir ki, bunlar arasında, “Kadınlar aklen ve dinen dun yaratılmışlardır; iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına denktir; cehennemin çoğunluğu kadınlardandır; Sütresiz (perdesiz) olarak namaz kılanın önünden eşek, köpek, kadın geçerse namaz bozulur vd...” şeklinde, insan şahsiyetinin haysiyetiyle bağdaşmayan hükümler vardır. Birbiriyle çelişen ve çatışan bu iki düşünce tarzına saplanmışlık ona ters gelmez. Daha doğrusu çelişme ve çatışmanın varlığından muhtemelen habersizdir.
Yine bunun gibi, bir yandan Kur’an’ın, “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir” (Şura Suresi, ayet 30; Nisa Suresi, ayet 79 vd...); “Yaptıklarınızdan dolayı mutlaka sorguya çekileceksiniz” (Nahl Suresi, ayet 93) şeklinde olan ve “irade özgürlüğüne”ne ve “kişinin sorumluluğu”na. yer verir gibi görünen ayetlerine sarılarak, “İslam akıl dinidir, özgürlük dinidir” diye konuşurken, diğer yandan Kur’an’ın bu hükümleriyle çatışan, örneğin, “Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir” (Nahl Suresi, ayet 36, 93; Fatır Suresi, ayet 8; Müddessir Suresi, ayet 31, 42 vd...); “Tanrı dilediğinin gönlünü açar onu Müslüman yapar... dilediğinin kalbini dar kılar (kafir yapar)” (Enam Suresi, ayet 125); “Allah isteseydi puta tapmazlardı...” (Enam Suresi, ayet 107) şeklinde olan hükümlerini benimseyerek, gerçeklere “irade serbestisiyle”, yani “akılcı düşünce” yoluyla değil, gökten indiği söylenen Kur’an hükümleriyle gidilebileceğini
9 Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu tür bildirileri çoktur. Bunlardan biri, şeriatın kadın haklarına yer vermez olduğuna değinen bir yazım vesilesiyle, başkanlığın Tercüman gazetesinde (7 Haziran 1973) yayımlanan yukarıdaki bildirişidir.

savunur. Bundan dolayıdır ki, İslam dünyasının “büyük bilgin ve düşünür” diye bildiği nice kişiler, “Ben aklımı kullanmam, kullanmamakla iftihar ederim” diyebilecek kadar kendilerini “vahiy”lerin egemenliğine terk etmişlerdir.10
Yine bunun gibi şeriatçı kişi, bir yandan, “İslam eşitlik dinidir; ırk, renk, cins farkı gözetmez; ne Arap, ne Acem, ne Türk vd... (gözetmeyip) insanlığın güzel usaresinin bir belirisi(dir)” derken, diğer yandan köleliğin doğal olduğunu vurgulayan şeriat hükümlerini (örneğin, Nahl Suresi, ayet 75), siyah derili insanların tiksinti yaratıcı bir cilde sahip olduklarına dair hükümleri ya da Arapların “kavmi necib” olarak diğer Müslümanlara üstünlüğünü tanımlayan yönlerini benimseyebilir. Yani bir yandan İslamın eşitlik dini olduğunu söylerken, diğer yandan şeriatın insanlar arası eşitliği yok bilen hükümlerini benimseyebilir; bunda bir çelişme görmez.
Yine aynı şekilde, şeriatçı kişi, “kısırlık” denen şeyin Tanrı’dan geldiğini öngören hükümlerle, kısırlığın Tanrı tarafında kötülendiğini bildiren hükümleri aynı zamanda benimseyebilir; bu hükümler arasındaki çelişkiyi fark etmez, fark etse de önemsemez: “Çelişki bize göredir, Tanrı’ya göre değildir” deyip geçer! Gerçekten de, Kur’an’ın Şura Suresi’nde şöyle yazılıdır:
“(Allah)... dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder... Dilediğini de kısır kılar. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir” (Şura Suresi, ayet 4950; ayrıca bkz. Fatır Suresi, ayet 11).
Ancak, dilediğini “kısır” kıldığını söyleyen bu aynı Tanrı, kısırlığı bir kadın için “eksiklik”, “kusur” sayar ve hakaret vesilesi yapar. Nitekim, Muhammed şöyle demiştir:
“Evin köşesindeki bir hasır, döl getirmeyen kısır kadından daha hayırlıdır.”
Görülüyor ki, Muhammed, hem bir yandan Tanrı’nın dilediği kadınları kısır kıldığını bildirmekte hem de diğer yandan, Tanrı’nın kısır

10 İmam Malik örneği için bkz.İlhan Arsel, Şeriat Devleti’nden Laik Cumhuriyet’e, dördüncü basım, Kaynak Yayınları, Eylül 1997.

kıldığı kadınları hakaret edilmeye layık kıldığını anlatmakta!11 Öte yandan, yine Muhammed’in Kur’an olmayarak koyduğu hükümlere göre, döl getirmeyen kadınlarla asla evlenmemek gerekir; döl getiren siyah kadın, döl getirmeyen güzel kadından daha hayırlıdır. Buyruk aynen şöyle: .   “Sevimli ve döl getiren kadınlarla evlenin... Döl getiren siyah
kadın, doğurmayan (kısır beyaz) güzel kadından hayırlıdır.” Görülüyor ki, Tanrı, hem dilediği kadınları kısır kılmakta hem de kısır kıldığı bu kadıncağızları evlenme olasılığından yoksun tutmaktadır. Kuşkusuz ki, bütün bunlar çelişme halinde bulunan hükümlerin ortaya koyduğu olumsuz sonuçlardır.
Bu örnekleri çoğaltmak kolay, fakat şeriat eğitimiyle yetiştirilmiş kişinin kafa yapısı, çelişkili hükümlerle yoğrulmuştur. Sadece çelişkili hükümlerle değil, bir de Muhammed’in yaşam ve davranışlarına egemen olan çelişki örnekleriyle şekillenmiştir. Muhammed, bir yandan “barışçı”ve “hoşgörülü”ymüş gibi görünürken, diğer yandan farklı inançtakilere karşı korku ve dehşet saçmıştır. Bir yandan “tebliğ edici” ve “öğüt verici” olarak görünürken, diğer yandan kılıç yoluyla iş görmüştür. Bir yandan Arap kavmine, Arapça Kur’an ile gönderildiğini söylerken, diğer yandan tüm insanlara yollandığını savunmuştur. Bir yandan, “alçak gönüllü”ymüş (“mütevazı”) gibi görünürken, diğer yandan Tanrı’yı kendisine “salavat getirir” durumlarda kılarcasına ya da kendisine baş eğenlerin Tanrı’ya baş eğmiş sayılacaklarını açıklarcasına övünmüş, kendi yüceliğini dile getirmiştir. (Böylece Müslüman kişi, hem bir yandan Tanrı’nın tekliğine ve yüceliğine inanırken, hem de diğer yandan bu“yüce” Tanrı’nın Muhammed’e salavat getirir olmasına inanmakta herhangi bir çelişki olduğunu düşünemez olmuştur!)
Muhammed’le ilgili yukarıdaki örnekleri çoğaltmak kolay. Bu örneklerin ortaya koyduğu gerçek o ki, Muhammed, kendi yaşamını oluşturan tutum ve davranışlarındaki çelişkileri şaşkınlık yaratacak boyutlara ulaştırmakla, Müslüman kişinin düşünce tarzı üzerinde sınırsız bir etki yaratmıştır.
11 İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın, yeniden düzenlenmiş ve gözden geçirilmiş on beşinci basım, Kaynak Yayınları, istanbul, Ekim 1997.
Yine tekrar edelim ki, böyle bir ortam içerisinde yetişen insanların, çelişkili hükümler karşısında tepkisiz kalmaları kadar doğal bir şey olamaz. Tanrı’dan ve “peygamberden” geldiğini sandıkları verilerde çelişme ve tutarsızlık olamayacağına öylesine inanmış, kendi tutum ve davranışının çelişmelerle dolu olduğunu öylesine düşünemez hale gelmişlerdir ki, “Kur’an’da (ya da Kur’an olmayarak konmuş hükümlerde) çelişme vardır”diyenleri “bilgisizlikle” ve “dinsizlikle” suçlamayı olağan saymışlardır.
IV)      İSLAM DÜNYASININ “AYDIN” BILINEN SINIFLARI DAHI ÇELIŞMELI ZIHIN YAPISINDA
İslam dünyasının büyük çapta bilgin ve düşünür yetiştirdiği doğrudur. Fakat, her zaman tekrarladığımız gibi (özellikle Aydın ve “Aydın” adlı kitabımızda açıkladığımız gibi) bu düşünür ve bilginler İslamın yetiştirmesi değil, esas itibariyle Eski Yunan kaynaklarının yetiştirmesi olan kimselerdir. Bilim alanında İslama borçlu oldukları bir şey yoktur. Hepsi de Eski Yunan bilim kaynaklarından feyz alarak iş görmüşler, bunun böyle olduğunu söylemişlerdir. Örneğin, Farabi ya da İbni Sina gibi iki bilim ve fikir hazinesi sayılan ünlüler, Aristo’yu yüzlerce kez okuduklarını söylemeyi iftihar vesilesi edinmişlerdir. Bu konuyu diğer yayımlarımızla işlediğimiz için burada durmayacağız.12 Fakat, bilimsel bakımdan bütün olumlu yönlerine rağmen, bu ünlüler dahi, içinde yoğruldukları ortamın etkisiyle (ya da İslami eleştirme cesaretsizliği nedeniyle) çelişmeli düşünce tarzına saplanmaktan kurtulamamışlardır. Savunur oldukları bilimsel fikirlere ve görüşlere ters düşen şeyleri, benimsemekten geri kalmamışlardır. Örneğin, İbni Sina, o ünlü Kanun fi’ltibb adlı yapıtında, bir yandan “duygu” ve “bilim” alanına, “akıl” ve “düşün” yoluyla girme olasılığı bulunduğunun akılcı açıklamasını yaparken (ve yapmak için Eski Yunan otoritelerini kendisine destek kılarken), diğer yandan “vahiy”
12 Bu konuda özellikle bkz. ilhan Arsel, Aydın ve “Aydın”, yeni eklemelerle, gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş üçüncü basım. Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 1997.
yoluyla indiği kabul edilen ve akılcılıkla ilgisi bulunmayan şeriat hükümlerine inanmak gerektiğini savunur görünmüştür. “Akılcı”lıkla “vahiy”ciliğin bağdaşmadığını, yani “din ve iman” yoluyla “müspet ilim” yapılamayacağını söyleyememiştir. Öte yandan Mevlana gibi ‘Yetmiş milletten de olsan gel” şeklinde konuşarak, hoşgörü temsilciliği yapan bir başka ünlü, bu yönünü sıfıra indirgercesine din adına “cihan” ya da İslamda farklı inançtakilerin kafalarının koparılmasını savunur olmuştur. Bu iki davranışın birbiriyle çelişir oluşuna aldırmamış, muhtemelen bunu “çelişki”saymamıştır. Nitekim, Fih Mafih13 adlı yapıtında, kişinin insanlık değerini ölçüye vururken, bu değerlemeyi onun kılmış olduğu namazlara, din adına katıldığı savaşlara ve savaşlarda öldürdüğü kafir sayısına göre hesaplamıştır. Bununla da kalmamış, bir de, Ömer b. Hattab gibi Tanrı adını ağzından düşürmeyen bir halifenin, farklı inançtadır diye kendi öz babasının kafasını kılıçla doğramasını, yüceltilmesi gereken bir davranış saymıştır.  “Hoşgörü” ile “hoşgörüsüzlüğü”, aynı zamanda benimseyebilir olduğunu  fark etmemiş,  fark etse de   “fark etmez”görünmüştür.14
İslam bilgini olarak bilinen nice ünlüler, saplı bulundukları çelişkili kafa yapısı nedeniyle, Tanrı fikrini bile küçültücü görüşleri dile getirmekte olduklarının farkına varmazlar. Örneğin, bir yandan Tanrı’nın “alim” olduğunu, yani ana rahmine düşmüş çocuğun kaderinin (tüm yaşamının) ne olacağından tutunuz da, kıyametin ne zaman kopacağına varıncaya kadar, hiç kimselerin bilemeyeceği her şeyi bilir olduğunu söylerlerken ve bu konunun Kur’an ayetleriyle 171 kez açıklandığını belirtirlerken, diğer yandan bu aynı Tanrı’yı, sanki kendi kullarından akıl almaya muhtaçmış gibi durumda kılıcı ayetleri benimsemekte kusur etmemişlerdir. Bunu yaparken çelişkiye saplandıklarını ve aynı zamanda Tanrı fikrini yıprattıklarını düşünmemişlerdir. Verilebilecek örnekler sayısız denecek kadar çok. Kısaca fikri edinmek üzere önce İsra Suresi’nin iki ayetine, sonra Kehf Suresi’nin 74. ve 80. ayetleriyle, Nuh Suresi’nin 26. ve 27. ayetlerine şöyle bir göz atalım.

13 Maarif Basımevi, istanbul, 1954, s.2223; 128, 214.
14  ilhan Arsel, Aydın ve “Aydın”, yeni eklemelerle, gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş üçüncü basım, Kaynak Yayınlan, istanbul, Mart 1997.

Başka bir vesileyle daha önce değindiğimiz gibi, Kur’an’da, Kehf Suresi’nde, Musa ile genç bir adamın hikayesinden söz edilmekte. Hikaye, “Bir vakit Musa genç adamına demişti ki, ‘Durup dinlenmeyeceğim, ta iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim’...” şeklindeki ayet ile başlar (Kehf Suresi, ayet 60). Burada geçen “genç adam”ın kim olduğu ya da “iki deniz” deyiminden hangi denizlerin kastedildiği belli değil. Bir rivayete göre “genç adam”, Musa’ya hizmet eden ve ondan ilim öğrenen Yuşa b. Nün adında bir kişidir. “İki deniz” deyimine gelince, bunların Hazar Denizi ile Karadeniz ya da Nil Nehri’nin Sudan’daki iki kolu olduğunu söyleyenler yanında,“zahir”i temsil eden Musa ile  “batın aleminin” temsilcisi sayılan   “Hızır” olduğunu öne sürenler vardır. Diğer yayımlarımızda konuyu ele almış olduğumuz için, burada sadece yukarıda belirttiğimiz konuyla ilgili olan kısmını ele alacağız. Kur’an’da, anlatılanlara göre, Musa, Tanrı tarafından kendisinden daha bilgili olduğunu haber verilen Hızır ile buluşmak üzere, genç adamla birlikte yola çıkar (Kehf Suresi, ayet 61 vd...). Az giderler, uz giderler nihayet karşılarına biri çıkar ki, bu, Tanrı’nın “rahmet” (vahiy ve peygamberlik) verdiği “Hızır”dır (Kehf Suresi, ayet 65). Musa, “ilim” öğrenmek  için  Hızır’la  birlikte  olmak  ister,  fakat Hızır,  Musa’ya, “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin”der; Musa da ona, “Sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem” diye yanıt verir (Kehf Suresi, ayet 6670). Sonra birlikte yola koyulurlar. Bir süre gittikten sonra bir erkek çocuğuna rastlarlar. Hızır, hemen çocuğu öldürür. Bunu gören Musa şaşırır ve Hızır’a,“Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (yani o kimseyi öldürmediği halde) katlettin ha! (Gerçekten çok fena bir şey yaptın!)” (Kehf Suresi, ayet 7174) diyerek çatar. Musa’nın tutumunu olumsuz bulan Hızır, neden dolayı çocuğu öldürmüş olduğunu açıklar:
“(Bu çocuğun) ana babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk” (Kehf Suresi, ayet 80).
Yorumcuların açıklamalarına göre, Hızır, bu sözleriyle anlatmak ister ki, bu çocuk, eğer sağ kalacak olursa, ileride dinsiz, imansız bir kimse olacak ve ana babasına karşı azgınlık ve nankörlük yapacak, onları mümin olmaktan çıkaracaktır ya da ana babası, çocuk sevgisi yüzünden iman ve inançlarından olacaklar, dinden çıkacaklardır. Ve işte güya Tanrı bunu Hızır’a bildirmiş olduğu içindir ki, Hızır çocuğu öldürmüştür!15
Şimdi şöyle bir düşünelim: Kehf Suresi’ndeki bu ayetlere göre Musa ile Hızır, bir oğlan çocuğuna rast geliyorlar. Bu çocuk buluğ çağına erişmiş midir, erişmemiş midir, belli değil. Fakat, Musa’nın çocuk hakkında en ufak bir fikri yoktur. Hızır ise, çocuk hakkında Tanrı tarafından bilgilendirilmiştir. Tanrı, o her şeyi bilirliğiyle, bu çocuğun, eğer sağ kalıp yaşayacak olursa, ileride “tuğyan ve küfre bürüneceğini”, yani azgınlık edeceğini, dinden çıkacağını ve anasını babasını da azıtıp dinden uzaklaştıracağını ya da ana babanın, evlat sevgisine kapılıp kendi çocuklarına ayak uyduracaklarını Hızır’a bildirmiştir. Çünkü, Tanrı “alim”dir, hiç kimselerin bilmediği her şeyi bilendir (böyle olduğu Kur’an’da171 kez tekrar edilmektedir). Ve işte Tanrı, her şeyi bildiği içindir ki, Hızır’ı, oğlan çocuğunun yapacağı kötülüklerden haberdar etmiş ve çocuğu öldürtmüştür.
Pek güzel, ama Kur’an’a göre Tanrı, insanların kaderini daha ana karnındayken çizmiş değil midir? İnsanları doğru yola sokan ya da sapıttıran,“mümin” ya da “müşrik “ “kafir” yapan o değil midir? Ve nihayet bu çocuğu böyle yapan da o değil midir? Eğer o ise, çocuğu öldürtmek niye? Onu öldürtecek yerde gönlünü açıp doğru yola soksa daha iyi (yani Tanrı’ya yakışır) bir iş olmaz mı? Yok eğer Tanrı onu “cani ruhlu”, “müşrik” ya da “kafir” yaptı ise, bu takdirde “cani ruhludur”, “müşriktir”“kafirdir” diye sorumlu tutup cezalandırması, akla ve mantığa aykırı olmaz mı? Öte yandan, eğer Tanrı her şeyi önceden biliyorsa, neden sadece bu çocuğu öldürtür? Kötülük yapacağını bildiği ve örneğin azgınlık edeceğini düşündüğü nice diğer kimseler varken onları neden yok etmez? Şeriat eğitiminden geçmiş kimseler için, yukarıdaki çelişkilerde “çelişki” diye bir şey yoktur. Yani Tanrı’nın, hem dilediğini (olayımızda oğlan çocuğunu) “kafir” yapmasında hem de onu (ana ve babasını “kafir” kılacaktır ya da ana baba ve çocuk sevgisiyle “kafir” olacaklardır) diye
15 Bu konuda Diyanet Vakfı’nın Kur’an çevirisinde, Kehf Suresi’nin 80. ayetiyle ilgili açıklamaya bakınız: ayrıca bkz. Elmalılı H. Yazır. age. c.4, s.3269.
öldürtmesinde şeriatçılar için şaşılacak bir şey olamaz. Onların yukarıdaki hikaye vesilesiyle üzerinde durdukları iki konu vardır ki, bunlardan biri Tanrı ve Peygamber emirlerine körü körüne baş eğmenin gerekli olduğu, diğeri de Tanrı’nın “alim” olduğudur, yani gelmiş geçmiş ve gelecek diye ne varsa her şeyi bildiğidir. Yukarıdaki hikayeyi bu bakımdan önemli bulurlar.
Şimdi Tanrı’nın, her şeyi bilir olduğu konusunda şeriatçının saplı bulunduğu diğer bir çelişkili düşünce tarzını inceleyelim ve yine nice örneklerden biri olmak üzere, Nuh Suresi’nde yer alan bir başka hikayeyi (kıssayı) gözden geçirelim. Kehf Suresi’ndeki hikaye ile Nuh Suresi’ndeki hikayeye ait ayetlerin nasıl bir çelişkili düşünce tarzı yarattığını görelim. Kur’an’ın Kehf Suresi’nde yer alan bazı ayetlerle ilgili olarak gördük ki, Tanrı, bir oğlan çocuğunun, eğer yaşayacak olursa, ileride kendi ana ve babasına kötülük yapacağını, onları din ve imandan çıkaracağını (ya da ana ve babanın çocuk sevgisine kapılarak dinden çıkacaklarını) bilmektedir; çünkü Tanrı her şeyi bilendir. Hızır adındaki“peygamberime haber verip bu çocuğu öldürtmüştür, ama o çocuğu “babasına kötülük yapacak nitelikte kılan” yine bu aynı Tanrı’dır; çünkü, dilediğini doğru yola sokan ya da dilediğini sapıtan odur.
Şimdi geliniz Kur’an’ın Nuh Suresi’ne geçelim ve orada Nuh’un, kendi kavmiyle ilgili olarak Tanrı’yla olan konuşmasını kapsayan ayetleri inceleyelim. Bu incelemeyi yaparken şunu gömlekteyiz ki, bu ayetlere göre Tanrı, her şeyi bilen değildir ve Nuh, Tanrı’nın bilemediği şeyleri bilmektedir. Tanrı’ya, yapılması gereken şeyleri bildirmektedir:
Kur’an’ın Nuh Suresi’nde yer alan hikayeye göre, Nuh, kendi kavmini uyarmak, doğru yola sokmak üzere Tanrı tarafından görevlendirilir; görevlendirildikten hemen sonra, kavminin insanlarını karşısına alır ve onlara şöyle der:
“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin... ki günahlarınızı bağışlasın, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın...” (Nuh Suresi, ayet 120).
Fakat hiç kimselere söz geçiremez. Geçiremeyince onları Tanrı’ya şikayet eder:
“Rabbim, doğrusu bunlar bana karşı geldiler... büyük hileler, büyük desiseler kurdular... gerçekten birçoklarını saptırdılar... Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü, sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar...” (Nuh Suresi, ayet 2128).
Nuh’un bu sözlerini dinleyen Tanrı gereğini yapar.
Görüldüğü gibi, Nuh burada, Tanrı’nın bilemediği şeyleri biliyormuş durumundadır; çünkü Tanrı’ya hitaben, “...Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü, sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar...” diyerek söz etmektedir; Tanrı’ya akıl vermektedir. Hani sanki Tanrı her şeyden habersizdir, kendi yarattığı insanların ne yapacaklarını bilmemektedir ve eğer kafirleri yok etmeyecek olursa, bu kafirlerin iman sahibi kimseleri de saptırıp yeryüzünde kendisine inanan bir kimse bırakmayacaklarından habersizdir! Buna karşılık Nuh, insanları Tanrı’dan daha iyi bilmektedir, bu nedenle Tanrı’yı, onlardan gelebilecek ahlaksızlıklardan, nankör davranışlardan haberdar etmektedir! Daha başka bir deyimle, o her şeyi yaratan, geçmişi ve geleceği, ana karnına düşenin kaderini bilir diye tanımlanan Tanrı, hani sanki Nuh’un sahip olduğu bilgilerden yoksundur. Pek güzel, ama nasıl oluyor da Nuh, Tanrı’nın bilemediklerini bilmekte olup, Tanrı’ya, “Bu kafirleri yok etmezsen, onlar senin kullarını saptırırlar” şeklinde tavsiyede bulunabiliyor, daha doğrusu Tanrı’ya akıl verebiliyor? Bunu yapabilmek için, insanları Tanrı’dan daha iyi tanıması ge­rekmez mi?
Kur’an yorumcuları (örneğin, Razi gibi ünlüler), her ne kadar Tanrı’nın “alim” olduğunu, hiç kimselerin bilemediğini bilir olduğunu söylerlerse de (ve buna dair Kur’an’da 161 kez yer alan ayetleri ezbere tekrar ederlerse de), yine de Nuh’u Tanrı’dan daha tecrübeli olarak kabul etmekte sakınca bulmazlar. Gerekçe olarak öne sürdükleri şudur ki, Nuh 950 yıl yaşamıştır (Ankebut Suresi, ayet 14) ve işte 950 yıl yaşadığı içindir ki, Nuh kendi toplumunun yapısını, karakterini ve çocuklarının nasıl olacağını Tanrı’dan çok daha iyi bilmektedir.16 Bu itibarla Tanrı’ya, “(Ey Tanrım) Bu kafirleri yok etmezsen, onlar senin kullarını saptırırlar” şeklinde konuşabilecek yeterliliktedir!
16 Razi ile ilgili bu konular için bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınları, c.l, s.256.
Evet, işte islam dünyasının Razi gibi ünlülerinin söyledikleri bu­dur. Söylerken de, Tanrı’nın yüceliği ve her şeyi bilirliği fikrini kö­künden kundakladıklarını düşünemezler: çünkü, çelişkili bir kafa ya­pısına sahiptirler. 950 yıl yaşadığını sandıkları Nuh’u, insanları Tan­rı’dan daha iyi tanırmış gibi göstermekle, Tanrı fikrini zedelemiş ol­duklarının farkında değillerdir.
Fakat, onları bu çelişkili düşünce tarzına sürükleyen yine Kur’an’da. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi, Kehf Suresi’nde yer alan ayetlere göre, Tanrı, her gizli şeyi bilir olduğu için, oğlan çocuğunun (eğer yaşayacak olursa) ileride, yani büyüdüğü zaman, kendi ana ve babasını din ve iman­dan çıkaracağını Hızır’a haber vermiş ve çocuğu öldürtmüştür.
Ama buna karşılık Nuh Suresi’nin yukarıda belirttiğimiz ayetlerine göre, Tanrı, her şeyi bilir olmaktan çok uzak görünmektedir. Nuh’un kav­minin insanlarının ahlaksızlık yapacaklarından, nankör yaradılışta ço­cuklar doğuracaklarından haberi yoktur. Olmadığı içindir ki, Nuh ona yakınmakta ve “...Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü, sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar...” şeklinde istekte bulunmaktadır. Ve muhtemelen Tanrı, Razi’nin dediği gibi, Nuh’un 950 yıl yaşadığını ve bu itibarla insanları daha iyi tanıdığını düşündüğü içindir ki, onun isteği doğrultusunda iş görmüştür.
Tanrı’yı “alim”, yani her şeyi bilir olarak gösteren ayetlerle, çoğu şeyleri bilemezmiş (ve bu nedenle kendi elçisinden akıl almaya muhtaçmış) gibi gösteren ayetler arasındaki çelişmelere benzer örnekler pek çok. Bu ayetlerden hiçbiri “nesh” edilmediğine göre hepsi de çelişkiler sisteminin olumsuzluklarını ortaya koymaktadır; hepsi de, insan bey­ninin, çelişkili hükümlere dayalı eğitim yoluyla, nasıl özgür düşünme olasılığından yoksun bırakıldığını kanıtlamaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder